15 Temmuz 2010 Perşembe

Recebin Takibindeki Ünlü Kadınlar…

RTÜK terör haberlerinin yayınlanma şekliyle ilgili karar almış…

Yalnız bazı maddeler var aklıma takılan.

Örneğin “İstisnai durumlar dışında, şehit cenazelerinin törenlerinden ve şehit ailelerinin evinden canlı yayın yapılmaması ve acılı insanları rahatsız edecek röportajlara yer verilmemesi” tavsiye ediliyor.

Buradaki istisnai durum nedir çok merak ediyorum.

İstisna kapsamına giren şehitler hangileridir?

Dağlarda savaşarak şehit olanlar mı, İstanbul’da işine okuluna giderken şehit olanlar mı? Yoksa mayına basıp da ölen köylüler, çocuklar mı?

Ayrıca “TVYD ve ulusal televizyon kanalları tarafından belirlenen ilkelerden birinin de terör saldırıları ve doğal felaketlerle ilgili canlı yayınlara, deneyimli veya varsa konunun uzmanı muhabirlerin gönderilmesi” gerektiği söyleniyor.

Türkiye’de habercilik, muhabirlik yapan ve buna rağmen terör saldırıları ya da doğal felaketlerle ilgili uzmanlaşmamış birileri var mıdır?

Mesleğe adım attığı ilk günden, tasını tarağını toplayıp da emekli olduğu güne kadar en çok peşinde koştukları haberler bunlar değil mi? Öyle ki 30 yıl öncesinin gazete başlıklarıyla şimdiki manşetler neredeyse birbirinin aynı.

Bir çocuğun önüne koysak 30 yıl önceki gazeteleri, belki farkı ayırt edemez bile. Siyasetçiler de, konular da aynı… Sadece o zamanki ünlüleri tanımaz belki, ama onları da “yeni meşhur oldu bu evladım” diye anlatabiliriz.

Ha belki bir de “Başbakan amca nerede” diye sorabilir; ona da tatilde deriz…

Başka bir maddede ”Ayrıca, bu haberler yayınlanırken ürkütücü, izleyenleri paniğe sürükleyecek, toplumsal gerginliğe yol açacak görüntülerden kaçınılması” isteniyor ki bence bu madde son derece yerinde olmuş.

Sabah sabah “vuvuzela”nın muhteşem sesi eşliğinde yapılan “siyasi içerikli” basın toplantısı sesiyle güne başlamak beni cidden ürküttü! Hatta neredeyse “ailesel bir gerginliğe” yol açacaktım…

“Terör olaylarını haklı gösterecek, saldırıları gerçekleştirenlerin propagandası olarak algılanabilecek, bu tür saldırıları teşvik eder görünebilecek her türlü yayından kaçınılması” maddesini de şiddetle destekliyorum açıkçası.

Nitekim aydınlar, köşe yazarları, askerler hücrelerinde zevk-i sefa içinde yaşarken ve “ben bu rahatlığı hak etmiyorum, bu ilginin altında eziliyorum” diye ölürken ya da kendini öldürürken; zavallı Bay Öcalan’ın nasıl zor şartlar altında tutulduğunu, üstelik AİHM’ in bile ona destek çıkmadığını görünce içim parçalanıyor. “Hadi biz yaptık ama sen bari alma mazlumun ahını be AİHM” diyesim geliyor.

Ya da terör örgütünün Meclis’teki sözcüleri Zat-ı Muhterem vekillerin televizyonlardaki açıklamaları, kışkırtıcı propagandaları kötü düşüncelere sahip olmam için beni teşvik ediyor.

“İçimdeki öfkeyi tecrit ediyorum ama izin vermiyorlar, çok zor koşullar altındayım” diye ben de AİHM’e mektup yazmak istiyorum.

Yani anlamasam da birçok maddeye katılıyorum aslında.

Ama bir madde yüzünden bütün hayallerim son buldu.

Zira RTÜK’e “Recebin Takibindeki Ünlü Kadınlar” haberlerine de bir sınırlama konulsun lütfen diye başvuracaktım.

“Şahan”e esprileriyle zenginliğine zenginlik katan “sanatçımızın” bir tekneden bir tekneye, bir kadından bir kadına nasıl “ivedilikle” geçtiği haberlerinden çok sıkılmıştım çünkü…

Yıktın beni RTÜK…

Ne gerek vardı “söz konusu olay gelişen bir olay değilse ve sık sık yeni gelişmeler yaşanmıyorsa, canlı yayın kesilip normal yayına dönülmeli, gelişmeler bundan sonra haber bültenlerinde duyurulmalıdır” maddesine?

Anlaşılan o ki Recebimin canlı yayın haberlerinin son bulması ve “normal” yayına dönmemize daha çok zaman var…

15 Temmuz 2010
wwww.turkans.com

Büyümem Gerekti Zihnimdeki Engelleri Kaldırabilmek İçin…

“Tanrı hiç kimseye kaldıracağından çok yük vermiyor. Benim kapasitem buymuş…”

Benim için sözün bittiği yerdir bu…

Bir annenin, üstelik de ünlü ve başarılı bir annenin engelli çocuğu için söylediği söz bu…

Çocuğunun adı Dağhan…

Sanki her zorlukta Dağları aşıp da ona soluklanacak, şükredecek bir Han olsun diye… Bilemem…

Ama bir kabulleniş hali var ki “Dağhan’da başardığımız şey şu an bir mucize. Ben bu mucizeyi başarabildiysem çok güçlü bir kadınım. Ne çok günahkar bir kadın olduğum için Allah bana bu çocuğu verdi ne de bir şeyin bedelini ödüyorum. Dağhan’la beraber büyüdükçe cennete daha çok yaklaşıyorum ve inanıyorum onun adaletine…” derken…

Bunu ancak ve ancak, seven yürekli bir kadın söyleyebilir…

Birinin engelli olması çok zordur, üstelik de buna rağmen hayatla barışık olması…

Ama belki de daha zor olan sevdiğinin, canının engelli olmasıdır…

Biliyorum çünkü benim annemin gözleri de az görür…

Bütün çocukluğumu bunun hesaplaşması, kavgasıyla geçirdim ben…

Hep kavga ettim annemle, en çok da kendimle…

Kabul etmedim, isyan ettim…

“Niye benim annem arkadaşlarımınki gibi değil” dedim…

Çocuk aklımla anlayamadım onun yaşadığı zorlukları…

Her türlü zorluğa, benim “engel” gördüğüm şeylere boyun eğip de yılmadığını, kendiyle ve herkesle savaş verdiğini, üstelik edebiyat öğretmeni olup da başka çocukları yetiştirmeye çalıştığını…

Pişmanım, çünkü çok üzdüm onu… Çok kırdım… Çok sorguladım…

Ta ki yaş olarak değil ama yürek olarak büyüyene kadar…

Ondan aldığım ilham ve güçle hayatın “sözde engellerine” gülecek, “hadi oradan” diyecek olgunluğa erişene kadar…

Benim çok büyümem gerekti annemi anlamak için…

Ve anne olmam gerekti; “engelli çocuklarıyla” sapasağlam duran, ona kol göz, hatta beyin olan anneleri anlamak için…

Mücadeleden, yaşamaktan asla vazgeçmemem için…

Çocuğum sırf rahat nefes alabiliyor diye her gün Tanrı’ya şükretmek için…

Saçma sapan dertlerle kendime hayatı zindan etmemek için…

Gözü görmeyen insanlarla büyümem gerekti, asıl maharetin gözle değil yürekle görmek olduğunu öğrenmem için…

Benim “insan” olmam gerekti; insanları bedene, ırka, yaşa, cinsiyete hapsetmemem için…

Gerçek engelin zihnimizde, kalbimizde olduğunu fark etmem için…

Ve işte o gün şükrettim Tanrı’ya, böyle özel bir kadını benim annem yaptığı için…

Artık biliyorum ki, engeller sadece içimizde aslında…

Bizi hapseden, ruhumuzu daraltan…

Ve biliyorum ki sadece kalbimiz, inancımız perdeleri aralayan…

14 Temmuz 2010
www.turkans.com

14 Temmuz 2010 Çarşamba

Karlı Dağlarda Kardelen Ol Oğlum…

Sevgili Oğlum,

Sana kadınlarla ilgili yazdıktan sonra bazı arkadaşlarım, özellikle de erkek olanlar “tabii sen kadınsın, kadınları yazarsın, kolaysa erkekleri anlat” dediler.

Haklılar, ben erkekleri anlayamam kadınları anladığım kadar.
Ama biliyor musun? Bir erkeği tanımak için önce yanındaki, hayatındaki kadına bakarım.

Özellikle sen doğduktan sonra çok daha fazla emin oldum ki bir erkeğin kişiliği, hayatı, duruşu üzerinde en büyük rolü kadınlar oynar.

Kızdığımız, aşık olduğumuz, inandığımız, güvendiğimiz, küfrettiğimiz erkekleri hep biz kadınlar yetiştiriyoruz aslında.

Annesi, karısı, sevgilisi, kardeşi, arkadaşı, ortağı… Bir şekilde etki sahibi olur, ruhlarındaki yolların ne yöne akacağını belirler.

Çok baskın kadınların yanındaki sessiz, sünepe erkek de; ezik kadınlar yüzünden erkekliğini matah sanan erkek de hep bir kadının izini taşır hayatında.

Sevmeyi de nefreti de, güveni de ihaneti de, gülmeyi de ağlayamayacak kadar taş kalpli olmayı da kadınlar öğretir erkeklere…

Şartlar ne olursa olsun hep değiştirmeye ya da kalıplara sokmaya çalışırız sevdiğimizi, oğlumuzu, babamızı…

Onlar da ruhlarına, bedenlerine dar gelen o kimliklerde boğulurlar zaman zaman.

Sessizce mağaralarına kaçarlar…

Yanımızdayken gözleri dalıp gider uzağa…

Kimi zaman yüreklice kapıyı çekip giderler…

Kimi zaman “ben sana layık değilim” benzeri yalanları kendilerine maske yaparak bizim vazgeçmemizi beklerler.

Kimi zaman çok kimlikli, çok eşli hayatlar yaşarlar… Evinde “mış” gibi yaparlar…

Bu bir kısırdöngü aslında…

Mutsuz, tatminsiz kadınlar mutsuz erkekler yaratır ve ikisi birlikte mutsuz kızlar, oğlanlar…

Kaçak güreşler, karşılıklı oyunlar, perdeli bakışlar, yorgun yürekler…

Evet, ben sana erkekleri anlatamam oğlum…

Ama bir anne öğüdü istersen hayatın boyunca hep “mutsuz, güvensiz” kadınlardan uzak durmanı tavsiye ederim.

Onlar kendi mutsuzluğunda tüketir seni…

Ve sen de o yorgunlukla üzersin hiç hak etmeyen kadınları…

Hayatına giren bütün kadınların gözlerine bak… Orada görürsün aşkı da sevgiyi de, ihaneti de yalanı da…

Kim olursan ol, nerede hangi konumda bulunursan bulun ama sadece kendisiyle ilgilenen, kalabalıklar içinde yapayalnız bir egoist olma…

Dinle, izle, yaşa, hisset hayatın sana sunduklarını

Ve bir kadını şaşırtmak istiyorsan “dürüst ol”…

Tıpkı çocukken “ben bu yemeği yemek istemiyorum” dediğin gibi dürüstçe “ben burada, seninle olmak istemiyorum” diye söyle karşındakine, öncelikle de kendine…

Yokluğunun sonucundan korkup da varlığında daha fazla acı verme…

Kaçma, yalanlara sığınma…

Sakın aklından çıkarma oğlum…

Erkeklik, yiğitlik ne bilekte, ne silahta, ne parada ne de güçtedir…

Sadece ama sadece yürektedir, beyindedir…

Başkaları ne derse desin aldırma…

Seviyorsan peşinden gitmekten, başkasını sevdiysen söylemekten, sevilmiyorsan saygı duyup gitmekten, üzülüyorsan ağlamaktan, korkarsan söylemekten çekinme…

Ne beraberken ne de gün gelip ayrıldığında “eşim, sevgilim, kadınım” dediğin birinin onuruyla oynama; oynanmasına da izin verme…

Ve bir gün sen de baba olduğunda sakın yalnız bırakma çocuğunu…

Gerekirse sevdiğinden, hayatından, işinden, kendinden bile vazgeç ama çocuğundan isteyerek, bilerek vazgeçme…

Asla unutma babanı gördüğünde senin gözlerinin nasıl parladığını; 3 gün seyahate gitse bile onu nasıl özlediğini…

Kendi ruhundaki yaralara çocuklarınla pansuman yapma… Hayatındaki hesaplaşmaların faturasını onların geleceklerine kesme…

Mert olmak, yürekten sevebilmek, inancını yitirmemek, “adam gibi adam olmak” aykırı olmaktır gün yüzlüm…

Sen bakma başkalarının “erkek adam şöyle olur, onu yapmaz” demesine…

Aldırma kimseye… Yürekte ve beyinde “yiğit” ol sen…

Pencerelerini kapat bütün kalıplara, tanımlara…

Çünkü ancak aykırı, inatçı kardelenler karda dahi güneşe uzanacak bir yol bulur…

Ve o yüzden o kadar kıymetlidir, eşsizdir kardelenler…

Dilerim sen de asi bir kardelen ol sevdiceğim…

Boyun eğmeyen, vazgeçmeyen…

Karlı dağlarda insanın yüzünü gülümseten, içini ısıtan…

Annen
12 Temmuz 2010
www.turkans.com

11 Temmuz 2010 Pazar

Bir Kadının Sevgisiyle Yalın Yürek Devam Edebilmek Hayata…

Sevgili Oğlum,

Bir gün bana desen ki “anne sizden, kitaplardan ya da yaşayarak öğrenemeyeceğim nedir?” diye; hiç tereddüt etmeden “kadınlar” cevabını veririm sana…

İnan bana, bir kadını anlamaya, tam anlamıyla tanımaya bütün bir ömrün yetmez.

Yıllar önce yazdığım bir yazı geliyor aklıma; bir kadın ayakkabıya benzer bebeğim…

Hep bambaşka renk ve çeşitlerde çıkar karşına…

Kimi vardır vitrinde görür bir anda tutulursun, ama ilk denemede “arkadan vurur…”

Belki yine de çok sevmişsindir onu… Diretirsin, “acaba birlikte oldukça değişir mi, bana uyum sağlar mı” diye hemen vazgeçemezsin ondan…

Acıyı azaltmak için pamuklar, yara bantları koyarsın yüreğine… Bir süre kendini kandırsan, acını unutsan da, ilk fırsatta arkadan vuracaktır yine…

Kimi vardır yumuşacıktır, sevgisiyle tamamen sarar seni… Öyle ki varlığını bile unutursun… Sanki hiç ayakkabı giymemiş de yalın ayak yürür gibi, “yalın yürek” hissedersin onunla kendini… Keyifle ıslık çalarsın…

Kimi sağlam dosttur… Zorluklar yıldırmaz onu, hep yanındadır…

Kiminin ise ilk “fırtınada, yağmurda” altı açılır, su almaya başlar ilişkiniz… İliklerine kadar üşürsün…

Kiminin görünüşü güzel olmakla birlikte “malzemesi” kalitesizdir… Hava aldırmaz sana, için sıkılır… Canını yakan “nasır” uyutmaz seni geceleri, kesip atmak istersin ama korkarsın daha çok kanamasından…

Kimi klasik ayakkabılar gibi ağır, gelenekseldir; kimi ince topuklu seksi ayakkabılar gibi ateşi, arzuyu, çılgınlığı çağrıştır…

Kimi “yazlık ayakkabılar” gibi kısa ömürlü, kimi “spor ayakkabı” gibi olmazsa olmazdır…

Kimi çizme gibi korumacı, kimi terlik gibi özgürlüğe sevdalı…

Kimi ise dolabının, hayatının bir köşesinde unuttuğun, sonra büyük bir sevinç ve özlemle sarıldığın…

Aslında her kadın “hepsinden” birazdır…

Her mevsime, her ruha, her yaşa göre kimlik değiştirir kadınlar…

Asla bilemezsin, tam anlamıyla tanıyamazsın…

Kahkahalarına karışmış gözyaşlarını, ağlarken içten içe gülmesini göremezsin çoğu zaman…

Aşkından öldüğünü söyleyen bir kadının, ansızın çekip gitmesini de ondan anlayamazsın…

Sıcaklığıyla seni sarıp sarmalayan bir kadının, öfkesiyle nasıl kor ateşlerde kavurabileceğini anlayamazsın, yaşamadan…

Şunu sakın unutma bebeğim…

Dünyada bir kadının seni sevmesinden daha güven verici ve bir kadının nefretinden daha korkutucu bir şey yoktur…

Sözüm tabii “kadın gibi kadın” olanlara…

Sana neden mi yazdım bütün bunları?

Bu sabah okuduğum bir Hilal kadının yüreği ağlattı beni… 2 kolu, bir bacağı olmayan, bir gözü görmeyen gazi Yılmaz Yiğit’le evlilik haberini okudum bu sabah…

Belki yaşamdan vazgeçmeyecek bir Yılmaz’dı, korkusuz bir Yiğit’ti zaten o; ama hayatına cesaretle, aşkla göz kırpan bir Hilal’le aydınlatmıştı yüreğini…

Bir kadının sevgisiyle, inancıyla nasıl da gururlu dimdik duruyordu ayakta; “ o benim kolum, bacağım, gözüm, kalbim, ilk aşkım, hayatımın anlamı, yaşama hevesim” dediği karısına bakarken…

O Hilal’le o Yiğit, umut verdiler bana bu sabah…

Aşkın böylesine ucuzlatıldığı, şekillere hapsedildiği, evlilik adı altında dahi bir kadının kendini ve ruhunu para için sattığı, değil kolu bacağı üç beş kilo fazlayı ya da kılık kıyafeti bile “engel gördüğü” sahte hayatlarda onların tüm engelleri aşan, güçlü, pırıl pırıl sevdası aydınlattı benliğimi…

Onların bir ömür mutlu olmalarını dilerken senin de karşına hep böyle mert, delikanlı, yürekli, aşık kadınların çıkması için dua ettim gün yüzlüm…

Ve sen hep yalın ayak yürür gibi “yalın yürek” devam edesin hayatına; bir kadının sevgisiyle çoğalarak, tamamlanarak diye…

Annen
11 Temmuz 2010
www.turkans.com

9 Temmuz 2010 Cuma

Bir Köşem Olsa…

Hani değilim ya, diyelim ki bir yerlerde köşe yazarıyım…

Ne yazardım, ne sorardım diye düşünüyorum sabah haberleri izledikten sonra…

Arabayla köprüyü geçmek için kullanılan KGS, OGS kartlı geçişi gibi minicik çocukları S’li biten “sınavlı geçiş” psikolojisine sokan, intiharlara sürükleyen bir sisteme lanet ederdim mesela…

Dershane parası için hapse giren anasına üzülüp de intihar eden gencin acısıyla kan damlardı yazılarımdan…

Ve modern ve çağdaş ve demokratik Türkiye’de neden hala kız çocuklarını okula göndermek için kampanyalar yapıyoruz, neden sanki okumak kız çocuklarına bir lütufmuş gibi sunuluyor, neden kız çocukları hala mücadele ediyor okuma hakkı için diye merak ederdim…

Köpekler için “panter” gibi atlayan kadınların saldırgan bir köpeğin dişleri arasındaki 2,5 yaşındaki çocuk kendi çocuğu olsa ne yapacağını sorardım…

Üstelik ben, kendimi bildim bileli köpek beslemiş ve halen 22 aylık oğlumla 8 yaşındaki köpeğimin sarmaş dolaş oynamasını büyük bir mutlulukla izleyen bir anneyim… Ama kendi egosunu hayvanlar üzerinde tatmin eden, onların vahşiliğini gülerek izleyen gerizekalı köpek sahipleri ve onların saldırgan köpekleri yüzünden değil çocuğumu köpeğimi bile parka götüremeyen bir köpek sahibiyim…

Köpek demişken; hamile bir köpeğin karnını keserek yavrularını başıboş, anasız bırakan ruh hastaları ile aynı havayı solumak zorunda mıyız diye de yazardım…

Ülkeme saçılan nefret tohumlarından korkardım, ölesiye…

Belki açlıktan, belki cahillikten, belki korkudan kandırılıp dağlara sürülen çocuklara da; onların gencecik beynini yıkayıp karanlıklara gönderen “kara zihniyetin” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söz hakkı bulmasına da isyan ederdim…

Sözde demokrasi için, hak için mücadele ederek zengin olanlar yüzünden Türk ve Kürt diye ayrılmamızdan utanırdım…

Onların zenginliğine zenginlik katan “uyuşturucu” ticareti ile kaç gencin zehirlendiğini niye konuşmuyorsunuz derdim…

Bu kalleş bu sahte oyuna biz maşa olurken, saflara ayrılırken; sadece dağlarda, yollarda, köylerde değil; şehirlerde, okul sıralarında kaç çocuk ölüyor acaba diye sorardım…

“Safları sıklaştırdıkça yani bizim gibi saflar çoğaldıkça ve biz saflara ayrıldıkça” onların işlerini daha rahat yürüteceğini bilip kahkahalar attığını düşünür, çıldırırdım…

Ah anam… Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi ırkı, dini, dili farklı ama gözyaşları hep aynı renk olan anam… Gelmeyin bu oyuna, kıymayın evlatlarınıza diye bağırırdım…

Vuvuzela adlı Güney Afrika zurnasının geçmişine kadar her şeyini bilen, tartışan, hakkında fikir beyan eden yurdum insanının bir ülkenin ana kanunu olan Anayasa’sı konusundaki tartışmalara “kanun” enstrümanı kadar bile ilgi göstermeyip de zurnanın son deliği olmasına kızardım…

Ahlakın sözde, mertliğin masallarda, vatanseverliğin silahta, huzurun rüyalarda, inancın cep telefonu mesajlarında hapis düşmesine şaşardım…

Sonra da çark döndükçe bize niye hep “kelek” düşüyor; Yarab bu nasıl “felek” diye ağlayanlara söylenirdim…

Offfff… İyi ki köşe yazarı değilim ben…

Bunda da vardır bir “hayır”…

9 Temmuz 2010
www.turkans.com

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Boş Hayaller…

Bazen boş boş hayaller kuruyorum…

Örneğin, ruhlarımız şu içinde hapsolduğu bedenlerden kurtulsa…

Kış bastırdığında, gökyüzü karardığında pılıyı pırtıyı toplayıp en sıcak, en güzel yerlere göçsek hep…

Sorumluluklar olmasa…

Cıvıl cıvıl kahvaltı sofralarında, dost sohbetlerinde geçse zaman…

Huzur içinde uyusak…

Bir yerlerde bir çocuğun şehit olduğunu, bir çocuğun babasız kaldığını öğrenme ihtimaliyle başlamasak her yeni güne…

“Akşama ne pişersek acaba” diye düşünmek olsa en büyük derdimiz. Akşama kuru ekmek bile bulamayanların acısı böylesine kurutmasa boğazımızı…

Çocuğumuz ağaçlara tırmanıp düştüğünde ağlasa yalnızca; korkuyu şiddeti tanımasa minicik yürekleri…

Bilsek keşke, çocuğu başında çaresizlikle ağlayan tek bir ana bile olmadığını…

Sadece “özledim” diye arasak sevdiklerimizi ve yürekten inansak her daim bizimle olduklarına, can olduklarına…

Ne anlamsız toplantılar, ne iş, ne para için kaybedemeyecek kadar kıymetli olsa zamanımız…

Bir köpeğin başını okşamak, bir çocuğun yüzünü güldürmek, doğanın her halini büyük bir coşkuyla karşılamak olsa en büyük gayemiz…

Gerçekten sevebilsek yaratılanı, Yaradan’dan ötürü…

Maskelerimizden arınsak, olduğumuz gibi görünmenin de göründüğümüz gibi olmanın da hafifliğini yaşasak doyasıya…

Sevginin içine nefret, arkadaşlığın içine ihanet karışmamış olsa…

Su kadar berrak, bembeyaz bir bulut kadar dingin olsa hayatımız…

Yaz günü uçuşan perdeler gibi huzur verse bize benliğimiz…

Utanmasak insan olmaktan, “sözde insanların” ayıplarının yükünü taşımasak içimizde…

Kana kana yaşasak üç günlük ömrümüzü; ruhlarımız kanamadan, yaralarımız kabuk bağlamadan…

Mucizelere, sonu güzel biten masallara inansak…

Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakıp dilekler dilesek, avucumuzun içinde sıcacık bir elin varlığı ile ısınarak…

Yarının endişesini taşımadan, sadece şu anın kıymetini bilsek…

Kavgayı kini yok sayıp; sarılsak, öpsek, koklasak, dokunsak, görsek ve bütün hücrelerimizde hissetsek hayatı…

Ve bir gün demir almak vakti geldiğinde bu limandan, virgüller yerine delikanlıca, sağlam bir “nokta” koyabilsek ömrümüze…

Dedim ya, boş boş hayaller kuruyorum bazen…

7 Temmuz 2010
www.turkans.com

Yürümek... Yürümeyenleri Ardında Boş Sokaklar Gibi Bırakarak...

Sevgili Oğlum,

Öylesine masum, öylesine temizsin ki; bazen korkutuyor bu beni…

Bizim de çocuk olduğumuzu, hayata ve insanlara böyle güven dolu baktığımızı bile unutuyor; seni nasıl koruyabileceğimi düşünüyorum…

Ne çok isterdim sana “insan özünde iyidir” diyebilmeyi…

Sınırsız güveni öğretmeyi; tıpkı şimdi bize güvendiğin gibi…

Ama değil günyüzlüm… İnsanlar da hayat da öyle acımasız ki…

Düşmanını tanımak çok kolay… Zor olan dost görünen düşmanları fark edebilmek…

Yüzüne gülerken, içten içe her an sendelemeni, düşmeni bekleyenleri; senin acından beslenenleri…

Biz seni ne kadar korumaya çalışırsak çalışalım; hayatın böyle duygusal vampirlerle çevrili olacak bebeğim…

Üstelik soğanla sarımsakla bile yok edemezsin bu vampirleri…

Onlar senin enerjini emerek doyacak, sana acı vererek keyiflenecekler…

Tıpkı sivrisinekler gibi; ne kadar kovarsan kov, usulca yanına ilişip bir ısırık almanın yolunu hep bulacaklar…

Ve öylesine sinsice ve karanlıkta yapacaklar ki bunu; neden kaşındığını, canının böylesine yandığını bile anlayamayacaksın…

Canım, her şeyim… Sana karamsar bir mektup yazmak değil amacım…

Ama Pandora’ nın kutusunun çok zaman önce açıldığını ve tüm kötülüklerin dünyaya yayıldığını da bilmeni istiyorum.

Ne mi yapacaksın?

Yılmayacaksın oğlum… Vazgeçmeyeceksin…

Ne doğrularından, ne kendinden ne de hayatından…

Baksana, Nazım vazgeçebilmiş mi?

Biliyor musun, ne yazmış uğruna sürgünlere gönderildiği vatanına, hapisten:

“yürümek;
yürümeyenleri arkasında boş sokaklar gibi bırakarak,
havaları boydan boya yarıp ikiye
karanlığın gözüne bakarak yürümek..
yürümek;
dost omuz başlarını omuzlarının yanında duyup,
kelleni orta yere
yüreğini yumruklarının içine koyup yürümek ..
yürümek;

yolunda pusuya yattıklarını,
arkadan çelme attıklarını bilerek yürümek ..
yürümek;
yürekten gülerekten yürümek...”

Sen de tıpkı böyle yürüyeceksin sevdiceğim…

Yürekten gülerek…

Acılarına, dostuna düşmanına; koca bir tiyatro sahnesi olan şu hayata gülerek…

İnanarak kendine, yüreğine, sevgiye, umuda…

Sakın unutma:

Ne fark eder görmesini bilmeyen için elmas da cam da; sana bakan körse sakın kendini camdan sanma…

Sen de pırıl pırıl, işlenmemiş bir elmassın oğlum…

Tıpkı her yeni doğan çocuk gibi…

Ve o yüzden izin vermeyeceksin, görmesini bilmeyen gözlerin, senin parlaklığını yok saymasına…

Ve işte o zaman kazanacaksın, “ben gerçekten yaşadım” diyebileceksin…

Annen
6 Temmuz 2010
www.turkans.com

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Çuvalların Ardından Bakıyoruz Geleceğimize

Ben Başbakan olamam…

Muhalefet partisi lideri de olamam…

Çünkü boyum kısa!

O kadar kısa ki önümde tek çuval olsa dahi, ayakta durabilirim siperde…

Tabii çuvalın nerede olduğu da önemli…

Türk askerinin başına geçirdikleri gibi benim de başıma geçirseler örneğin, siperden aşağı tepetaklak yuvarlanırım…

Ya da çocukken oynadığımız gibi çuvalı ayağıma giysem; ben seke seke sipere gitmeye çalışırken bir yerlerde yine çocuklar, yine masumlar ölür…

Ayrıca sakarın teki olduğum için iğneyi de “çuval”dızı da hep kendime batırırım büyük olasılıkla…

Kocamın söylediğine göre oturup kalkmasını da pek beceremem… Hep karıştırırım…

Sürekli ona telefon açar sorarım: Hayatım, “iktidarsam” mı çöküyordum yoksa “muhalefetsem” mi?

Ama sıradan ve boyu da aklı da siyaset için fazla kısa bir vatandaş olarak şunu merak ediyorum…

Anıtkabir’e çökerek mi girelim, sürünerek mi, ayakta mı, yoksa amuda kalkıp da ellerimizin üzerinde mi?

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun yattığı, her gün yerli yabancı binlerce kişinin ziyaret ettiği ve terör örgütünün açık hedef ilan ettiği Anıtkabir’de güvenlik zaafı had safhadaymış çünkü…

Başkentte, Baş Önder’in anısı bile güvende değil yani…

Belki de bundan sonra çevresine bir siper yaparlar ve resmi heyetler çuvalların ardından atarlar çelenkleri Anıtkabir’e…

Başbakanla gittiklerinde çökerler, muhalefet partisi liderleriyle gittiklerinde kalkarlar…

Ziyaret defterinin sayfasına yazdıklarını da koparıp kağıttan uçak yaparlar… Yetiştiği yere kadar artık…

Babalar çocuklarını omzuna alır ki çuvalın tepesinden görebilsinler Atasının yattığı yeri…

“Bir çuvalın ardından baktım sana Atam” diye şiirler yazar çocuklar…

Ama niye şaşırıyorum ki?

Onun kurduğu Cumhuriyet uzun yıllardır saldırı altında zaten… Üstelik hiçbir güvenlik önlemi olmadan…

Bizler laik, çağdaş, bağımsız, düşünen, üreten Türkiye Cumhuriyeti’ne çuvallarla kaplı siper ardından bakıyoruz uzun süredir…

Kimi zaman çömelerek, kimi zaman “başımızı çuval hizasında tutup” diklenerek…

Kimi zaman da “şimdi siperden çıkıp bir çuval inciri berbat etmeyelim” diye çuvalları kendimize yastık yapıp, yattığımız yerden hayaller kurarak…

Gözlerimizi kısıp, elimizi alnımızın üzerine koyup görmeye çalışıyoruz geleceğimizi…

Ama hep çuvalların ardından…

5 Temmuz 2010
www.turkans.com

2 Temmuz 2010 Cuma

Neyi Unutmayacaktık Biz?

Nesimi Çimen (Sarız 1926); Asım Bezirci (Erzincan 1927); Metin Altıok (Bergama,1941); Muhlis Akarsu(Kangal 1948); Behçet Aysan (Ankara 1949); Muhibe Akarsu (Kangal 1958); Edibe Sulari (Erzincan 1953); Uğur Kaynar (Zara 1956); Asaf Koçak (Yerköy 1957); Erdal Ayrancı (Niğde 1958); Sehergül Ateş (Ankara 1953); Hasret Gültekin (Han Köyü’nden, 1965); Muammer Çiçek (Yalınyazı Köyü, Zile 1967); Gülender Akça (Divriğinin Şahin Köyü’nden, 1968) ; Mehmet Atay (Divriği 1968); Sait Metin (Divriği 1970); Carina Johanna (Alevilik araştırmacısı, Hollanda 1970); Gülsün Karababa (Divriği 1971); İnci Türk (Balıkesir 1971); Huriye Özkan (Ankara 1971); Murat Gündüz (Ankara 1971); Ahmet Özyurt (Ankara 1972); Handan Metin (Ankara 1973); Yeşim Özkan (Ankara 1973); Yasemin Sivri (Ankara 1974); Serpil Canik (Ankara 1974); Serkan Doğan (Ankara 1974); Belkıs Çakır (Ankara 1975); Nurcan Şahin (Ankara 1975); Özlem Şahin (Ankara 1976); Asuman Sivri (Ankara 1977); Menekşe Kaya (Ankara 1977); Koray Kaya (Ankara 1981)…

Belki yukarıdakilerin hepsi birer isim…

Belki adını bile hatırlamadığımız, kim olduğunu bilmediğimiz…

Sivas, 1993…

8 saat içinde hepimizin gözü önünde canlı canlı yakıldı onlar…

Yardım çığlıkları günlerce, gecelerce gitmedi kulaklarımızdan…

Bambaşka yerlerden, bambaşka yaşlardan, bambaşka hayatlardan geldiler.

Hep birlikte hayata veda ettiler…

Yanyana öldüler…

Bizleri ayıbımızla, utancımızla baş başa bırakarak gittiler…

Ne demiş Sehergül Ateş’in babası kızının ardından biliyor musunuz?

“Biz onunla baba kız değildik. O hem sırdaşım, hem yoldaşım, hem dayanağım ve gücümdü…”

Bir canı almadılar sadece, bir babanın gücünü tükettiler…

Sizce onları yakan, bizi kavuran ateş, bağnazın kara zihniyetini aydınlatabildi mi bu 17 yılda?

O gün onlarca masumu ateşe verenler, bugün bizi kapkara düşünceleriyle çevrelemedi mi?

Ve o gün Sivas’ta olmayan bizler; bugün suskunluğumuzla yasta değil miyiz?

Bizi esir alan zalim ateşten kurtulabiliyor muyuz?

Yoksa sessiz çığlıklarımızla ölüyor muyuz, yanarak?

“Unutmadık, unutturmayacağız” diyorlar…

Sahi siz hatırlıyor musunuz neyi “unutmamamız” gerektiğini?

2 Temmuz 2010
www.turkans.com

Arabanin Yanindaki Beyaz Sürtük...

Sevgili oğlum,

Sana öğretmeye çalıştığımız en önemli şeylerden biri “dürüstlük”.

“Evet hata yaptım, üzgünüm” diyebilmek bir çok insana zor gelir ama aslında utancını içinde saklamanın ağırlığı altında çok daha fazla ezilirler.

O yük huzur vermez onlara…

Kapana kısılmış hissederler…

Gittikçe daha çok ağırlaşır, daha çok yaşlanırlar.

Sözüm tabii vicdan sahibi olanlara…

Yoksa, yalanı sahtekarlığı bir yaşam biçimi olarak benimsemişlerin, ruhları da kafaları da senden benden çok daha hafiftir.

Bak sana bir örnek vereyim.

Geçen gün yanlışlıkla arabayı duvara sürttüm, hem de babanın kıymetli arabasını.

Bana kızacağından korktum, söyleyemedim.

Arabayı ona verdiğim gün “aaa bu arabaya nolmuş, biri sürtmüş galiba, beyaz bir iz var yanında” diye gösterdim ona.

“Allah Allah kim yaptı ki?” diye düşündü.

Ofistekilerden biri mi, otoparkçı mı, şoför mü?

O kadar çok aday vardı ki, ben kolayca sıyrıldım.

Rahatlamış olmam gerekirken eve geldiğimde çok huzursuzdum.

Babana yalan söylemenin yanı sıra hatası olmayan birinin de suçlanma ihtimali vardı.

En azından babanın kafasında…

Dayanamadım ve akşam baban geldiğinde “bir itirafta bulunmak istiyorum, arabanın yanındaki beyaz sürtük benim!” dedim.

Tabii dürüstlüğümden mi yoksa daha şapşal bir tabir bulamamış olmamdan mı bilemem ama baban kızmak yerine kahkahalarla güldü.

Bütün akşam “oğlum, annene sor bakalım, arabanın yanındaki beyaz sürtük kimmiş?” diye benimle dalga geçti.

Tamam, şapşal bir dürüstüm; ama sonuçta vicdanım da ben de rahatladık.

Diyeceğim o ki oğlum; yalan dolan, kıvırtmak seni belki bir süre için kurtarır.

Oysa huzura ermenin tek yolu “dürüstçe” kabul etmektir hatayı.

Kimi zaman “arabanın yanındaki beyaz sürtük benim, özür dilerim” diyerek…

Kimi zaman da “medya çarpıtıyor, ben öyle demek istemedim” diye horon tepmek yerine “o lafı eden düdük benim, bütün kadınlardan özür dilerim” diyerek.

Annen
2 Temmuz 2010