9 Temmuz 2010 Cuma

Bir Köşem Olsa…

Hani değilim ya, diyelim ki bir yerlerde köşe yazarıyım…

Ne yazardım, ne sorardım diye düşünüyorum sabah haberleri izledikten sonra…

Arabayla köprüyü geçmek için kullanılan KGS, OGS kartlı geçişi gibi minicik çocukları S’li biten “sınavlı geçiş” psikolojisine sokan, intiharlara sürükleyen bir sisteme lanet ederdim mesela…

Dershane parası için hapse giren anasına üzülüp de intihar eden gencin acısıyla kan damlardı yazılarımdan…

Ve modern ve çağdaş ve demokratik Türkiye’de neden hala kız çocuklarını okula göndermek için kampanyalar yapıyoruz, neden sanki okumak kız çocuklarına bir lütufmuş gibi sunuluyor, neden kız çocukları hala mücadele ediyor okuma hakkı için diye merak ederdim…

Köpekler için “panter” gibi atlayan kadınların saldırgan bir köpeğin dişleri arasındaki 2,5 yaşındaki çocuk kendi çocuğu olsa ne yapacağını sorardım…

Üstelik ben, kendimi bildim bileli köpek beslemiş ve halen 22 aylık oğlumla 8 yaşındaki köpeğimin sarmaş dolaş oynamasını büyük bir mutlulukla izleyen bir anneyim… Ama kendi egosunu hayvanlar üzerinde tatmin eden, onların vahşiliğini gülerek izleyen gerizekalı köpek sahipleri ve onların saldırgan köpekleri yüzünden değil çocuğumu köpeğimi bile parka götüremeyen bir köpek sahibiyim…

Köpek demişken; hamile bir köpeğin karnını keserek yavrularını başıboş, anasız bırakan ruh hastaları ile aynı havayı solumak zorunda mıyız diye de yazardım…

Ülkeme saçılan nefret tohumlarından korkardım, ölesiye…

Belki açlıktan, belki cahillikten, belki korkudan kandırılıp dağlara sürülen çocuklara da; onların gencecik beynini yıkayıp karanlıklara gönderen “kara zihniyetin” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söz hakkı bulmasına da isyan ederdim…

Sözde demokrasi için, hak için mücadele ederek zengin olanlar yüzünden Türk ve Kürt diye ayrılmamızdan utanırdım…

Onların zenginliğine zenginlik katan “uyuşturucu” ticareti ile kaç gencin zehirlendiğini niye konuşmuyorsunuz derdim…

Bu kalleş bu sahte oyuna biz maşa olurken, saflara ayrılırken; sadece dağlarda, yollarda, köylerde değil; şehirlerde, okul sıralarında kaç çocuk ölüyor acaba diye sorardım…

“Safları sıklaştırdıkça yani bizim gibi saflar çoğaldıkça ve biz saflara ayrıldıkça” onların işlerini daha rahat yürüteceğini bilip kahkahalar attığını düşünür, çıldırırdım…

Ah anam… Türkü, Kürdü, Lazı, Çerkezi ırkı, dini, dili farklı ama gözyaşları hep aynı renk olan anam… Gelmeyin bu oyuna, kıymayın evlatlarınıza diye bağırırdım…

Vuvuzela adlı Güney Afrika zurnasının geçmişine kadar her şeyini bilen, tartışan, hakkında fikir beyan eden yurdum insanının bir ülkenin ana kanunu olan Anayasa’sı konusundaki tartışmalara “kanun” enstrümanı kadar bile ilgi göstermeyip de zurnanın son deliği olmasına kızardım…

Ahlakın sözde, mertliğin masallarda, vatanseverliğin silahta, huzurun rüyalarda, inancın cep telefonu mesajlarında hapis düşmesine şaşardım…

Sonra da çark döndükçe bize niye hep “kelek” düşüyor; Yarab bu nasıl “felek” diye ağlayanlara söylenirdim…

Offfff… İyi ki köşe yazarı değilim ben…

Bunda da vardır bir “hayır”…

9 Temmuz 2010
www.turkans.com

Hiç yorum yok: