23 Haziran 2010 Çarşamba

Oğluma...

Sevgili Oğlum,

Yarın Babalar Günü…

Ne baban ne de ben böyle günlere fazla önem vermeyiz.

Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, evlilik yıldönümü ve benzeri bütün dayatılmış günler bizim için diğerlerinden farksızdır.

Bana göre kutlanması gereken ve birine özel olan tek gün “doğumgünü”dür.

Ama bu Babalar Gününde üzgünüm bebeğim.

Kapkara, vicdansız bir sabaha uyandık yine…

Karanlıklara sığınan yüreksizlerin, masum yüreklere nasıl ateş düşürdüğünü gördük bir kez daha…

Evlat acısıyla yanan babalara, babasız kalan bebelere ağladık bu sabah.

Lokmalar boğazımıza dizildi, nefesimiz bile fazla geldi, huzursuzca birbirimize baktık.

Gittikçe büyüyen bu zalim ateşin korlarında yandık, ruhumuz da benliğimiz de karardı.

Sana baktım bu sabah sevdiceğim.

Seni ne emeklerle büyütmeye çalıştığımızı düşündüm.

Babanın, saçının teline bile ömrünü vermeye hazır olduğunu düşündüm.

Sonra bebesini kahpelikten koruyamayan babalara baktım. O kurşunlara, ahlaksız mayınlara nasıl siper olmak isteyeceklerini düşündüm.

Söyleyecek tek bir söz bulamadım… Gözyaşlarıma sığındım…

Ah günyüzlüm…

Sen de büyüyeceksin…

Ve dilerim çevrendeki tüm sahtekarlıkları anlayacak kadar “adam” olacaksın…

Çocukları yurtdışında zevk-i sefa içinde yaşayanların, başka çocukları nasıl kendi insafsız ateşlerinde yaktığını göreceksin.

Sana dokunmayan yılanların bin yaşamasına izin vermeyeceksin…

Yaşadığın topraklar kan kokarken, kan ağlarken “anama, babama ne kadar pahalı hediye alsam acaba” diye düşünecek kadar bencil olmayacaksın.

Önce insan, sonra evlat olacaksın…

İçim acıyor oğlum, yüreğim ince ince sızlıyor.

Netenyahu ile kavga edenler arasından birinin çıkıp da kendi vatanında olanlar için de “Yeter Yahu” demesini umuyorum beyhude.

Yeter artık, “tek bir baba ölmesin ahlaksızca, tek bir baba evlatsız kalmasın boş yere” desin istiyorum…

“Obama da kimmiş, O bana ne karışır” desin delikanlıca.

“Hamas”i düşüncelerden uzaklaşsın, aydınlık bir geleceğe baksın umutla…

“Öcalan”ların kini bitsin, bu ateş sönsün artık…

Yetsin… Bitsin…

Ama dedim ya bebeğim, beyhude hayallerim var.

Senden, benden, bizden çok daha büyük oyunlar, hesaplar bunlar…

Ne aklımız yeter anlamaya, ne de gücümüz yeter çözmeye…

Çaresiz, Tanrıya yakarıyor, kendimce diliyorum bu Babalar Günü’nde…

Sen ve yaşıtların bize insanlığı, sevgiyi tekrar hatırlatsınlar diye…

Sevgiyle, yüreklice, adam gibi kal bebeğim…
Annen
19 Haziran 2010



İNSAN(İY)İ YARDIMI VE ATEŞBÖCEKLERİ

Sevgili oğlum,

İyi ki henüz çok küçüksün, iyi ki insanların ne denli kötü ne denli vahşi olabileceklerini henüz bilmediğin yaşlardasın.

Sen bisikletinin zilini sevinçle çaldığın dakikalarda hemen yanı başımızda bir gemiden yükselen acı sirenleri ve çığlıkları dinliyorum ben.

İnsan iyidir, insan zorda kalana yardım eder diye düşünenlerin insan(iy)i yardımına silahlarla, kurşunlarla karşılık verenleri izliyorum şaşkınlıkla.

İçinde yaşadığımız bu dünya her geçen gün daha çok ürkütüyor beni, insanların nefreti her yeni gün daha fazla kaplıyor çevremizi, huzurlu bir nefese bile hasret hale getiriyor bizi.

Nasıl anlatacağım bütün bunları sana ilerde? İyi insan olmanı öğütlerken, dünyadaki kötülüklerden karanlıklardan nasıl koruyacağım seni?

Bundan yıllar önce yazdığım bir yazı geliyor aklıma.

Bir haber okumuştum uzun zaman önce...

28 yaşında Amerikalı bir kız Bağdat’ta “sözde” direnişçiler tarafından öldürülmüştü...“Bağdat Meleğine Ağıt” yazıyordu başlık olarak...

Ne işi vardı o kızın orda? Amacı neydi? Suçu neydi?

Yazılana göre savaşta zarar gören sivil halka yardım etmek için oradaydı iki yıldır... Daha önce de Afganistan’a gitmişti...

Bu kendi ufacık yüreği kocaman kız kendi ülkesinin açtığı yaraları bir parça olsun sarmayı amaç edinmişti kendine...

Hiç aklı yoktu yani...

Bu dünyada hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını öğretmemişlerdi ona...

Kendisine dokunmayan yılanların bin yaşaması gerektiğini bir türlü almamıştı küçük aklı...

Çok lazımmış gibi “insan” sevgisiyle doluydu yüreği...

Dili, dini, ırkı değil “insanı” seviyor, mücadele ediyor, kafa tutuyordu...

Bilmezdi ki koca koca kötülükler küçücük bir iyilikten bile korkar...

Bilmezdi ki karanlıklar ateş böceklerini sevmez...

Çünkü onlar, karanlığa rağmen çıkar ve ışığıyla kafa tutar...

Senden korkmuyorum, gizlenmiyorum der...

Bütün evreni kaplayan koskoca karanlık acizdir küçücük bir ateşböceği karşısında... Çünkü ateşböcekleri çoğaldıkça, aydınlık artar...

Önyargılara doğrularla, baskılara cesaretle, nefrete hoşgörüyle, sindirmeye dirençle, sevgisizliğe sevgiyle, kavgaya dostlukla karşı çıkar ateş böcekleri...

Savaşla, terörle masum insanları öldürürken, kadınları ezerken, hayvanlara işkence ederken, çocukları ağlatırken hep bir avuç ateş böceği çıkar...

Işığı olur yeryüzünün, kabusu olur karanlığın...

Başedemez karanlık onunla, ne zaman bütün ihtişamıyla ortalığı kaplasa, ateşböcekleri dikilir karşısına...

Korkar onlardan, yoketmek ister...

Bilir ki, arttıkça ateşböcekleri, gücü azalır kendinin, aydınlanır dünya... Ve yine bilir ki, ne kadar yok ederse etsin, hep bir ateş böceği çıkacaktır karşısına...

Ama zordur ateş böceği olmak...

Yürek gerektirir... Cesaret gerektirir... Mücadele gerektirir...

“Neden ben” diyerek zaman kaybetmemeyi, onun yerine “şimdi ne yapmalı” demeyi gerektirir...

Sevgi gerektirir... Yalnız kendini değil insanı, doğayı sevmeyi gerektirir...

İnanç gerektirir... Hoşgörü gerektirir... Saygı gerektirir...

Gerçekleri bilmeyi de gerektirir, hayal kurmayı da...

Gözyaşı da gerektirir, kahkaha da...

Akıl da gerektirir, çılgınlık da...

Dinlemeyi de gerektirir, gereksiz seslere kulağa kapamayı da...

Yetişkin olmayı da gerektirir, çocuk olmayı da...

Çok zor değil mi?

Acaba bundan mı bu kadar az, bu kadar parlak ateş böcekleri?..

Yoksa sandığımız kadar az olmadıkları için mi karanlığın bu paniği?...

Karanlığın bütün ihtişamına rağmen karşısına geçip de “İnsan İyidir” diyecekleri için midir saldırganlıkları?

Senin bisikletinin coşku dolu ziline ve kahkahalarına karışmış karışmış acı siren sesleri eşliğinde dua ediyorum bebeğim.

Dilerim yeryüzünden ateşböcekleri de onların insan(iy)i yardımları da eksik olmasın, çevremizi kaplamış bunca karanlığa rağmen.

Aydınlık içinde kal günyüzlüm…

Annen
31 Mayıs 2010



UGANDA HELAL OLSUN USTASI

Sevgili Oğlum,


Dün akşam baban aradı, “Karıcım ben yoldayım ama Uganda Cumhurbaşkanı gelmiş, trafik çok fena, o yüzden gecikeceğim” dedi.

Canım bebeğim, sen kadın olsan beni anlardın biliyorum, ama şimdi anlaman için uzun uzun anlatmam gerek.

Bu durumda annen dahil her kadın şunu düşünür : “Yuh yani, bari usturuplu atsaydın. Bula bula Uganda Cumhurbaşkanı’nı mu buldun bahane olarak?”

Tabii bu durumda yine her kadının yapacağını yaptım ve haberleri açtım.

Ama yok, Uganda Cumhurbaşkanı ile ilgili tek bir haber yok.

O kanala bakıyorum, şu kanala bakıyorum… Yok…

Gündemin en önemli maddelerinden biri Meclis’te yorgun düşen Milletimizin Vekillerinin bu akşamki sushi, bir nevi “çiğ balık” menüsü.

Sushi’yi karidesli mi yerler, yengeçli mi, avokadolu mu yoksa sebzeli mi onu anlatıyorlar.

Bir de Helal Et haberleri var ki, “ithal ete izin var” sözünü “çiğ”nemeden yutan, üstelik bir güzel hazmedip de 2-3 günde hazırlanıp piyasaya çıkanların haberi.

Eh oğlum, ne denir buna reklamdaki sözden başka; vallahi de billahi de “Helal Olsun Ustası” bunlar.

Etin değil çiğine, kokusuna dahi hasret milletime de sabrından, sükunetinden dolayı ayrıca “Helal Olsun Milleti” derim, o ayrı…

Neyse konumuza dönelim…

Şurada toplum için değil, sanat için sanat yapıyoruz netekim.

İşin özü dün akşam bakarım bakarım haberlerde, Uganda da yok, Cumhurbaşkanı da yok.

Bu durumda babanın karşısına geçip de “Bey bey, neredeydin bu saate kadar sen?” diye sormak mübah değil midir?

Peki babanın bir demet sushi ile kapıya gelip, “Uganda Cumhurbaşkanı ile birlikte Meclise gittik Karıcım” demesi ne ola ki?

Yok yok…

Sayın Başbakanım, Sayın Cumhurbaşkanım…

Tamam benim kocam bahane üretme açısından “Helal Olsun Ustası” kabul.

Lakin aile saadetimiz açısından, reca edeceğim ya Anayasa görüşmelerini iptal edin ya da lütfen daha makul, daha normal Devlet Başkanları ile görüşün.

Ayrıca bu sabah haberlerinde gördüğüm ve Uganda Cumhurbaşkanı ile yan yana fotomontajlı görüntülerinizi de esefle kınıyorum Sayın Cumhurbaşkanım.

Gereğini arz ederim…

Önce size, sonra beyime ve dahi sonra oğluma…

6 Mayıs 2010



Sevgili Oğlum,

Biz insanoğlu kendimizi üstün ırk olarak görürüz.

Ormanlar, hayvanlar, dereler ve dahi uzaylılar bile bizim yanımızda “diğerleri”dir.

Sanırım bunun tek istisnası Tanrı ki onun varlığını ve gücünü bile kabul etmeyenler var.

Bu aralar bakıyorum da “uzaylıların” dost olup olmadığı tartışılıyor.

Aslında benim anlamadığım, kimin dost olduğu?

Başka milletleri bilemem bebeğim.

Ama 33 yıllık ömrümde gördüğüm şudur ki, biz Türklerin sevgisi de, dostluğu da değişkendir.

Misal, ziyarete gelen uzaylıyı biz seversek, hatta aşık olursak ve bu aşka karşılık bulamazsak döveriz, söveriz, öldürürüz.

Bizden cayıp da başkasını severse, namusumuza konduramaz yine öldürürüz.

“Tamam ben burada yaşamak istiyorum, işim gücüm de olsun” demesin maazallah uzaylı “dostlarımız”. İkametgah, iyi hal kağıdı, sağlık raporu isteriz, lakin bizden çok geri kalmış uzaylılarda e-galaksi sistemi olmadığı için bu işler birkaç ışık yılı sürer.

Bekar uzaylıya ev vermeyiz ama zengin evli uzaylılara yüksek fiyatlara garsoniyer kiralarız.

Araba, ev mi almak mı istedi? Noterde ne yapacağını, nasıl bir vekalet vermesi gerektiğini bilemeyen uzaylılar şaşkın şaşkın dolaşır.

“Hey uzaylılar siz dost musunuz, düşman mısınız” diye tartışan bizler “çocuklarımıza tecavüz ederiz, daha da fenası çocuklarımız çocuklarımıza tecavüz eder”.

Bizler kendimizi suçlu, mahçup hissederken, asıl suçlular aramızda gönül rahatlığı ile dolaşır; şaşarız.

Bütün bunlarla “kara mizah” adı altında dalga geçebilen sanatçıları alkışlar; seri katillere sanal ortamda dostluk, işbirliği, aşk mesajları göndeririz.

Ruh hastası tacizcileri “zavallı”, eşcinselleri “hasta” görürüz.

Aşktan, nefretten, mutluluktan, sapıklıklıktan, boşluktan hatta tuttuğumuz takımın galibiyetinden dahi gaza gelir silaha sarılır, birbirimizi öldürür ya da yaralarız.

Bunları görünce uzayın “kara delik”inden beter “karabasanlar” yaşayan biz sıradan dünyalılar, nerelere kimlere sığınacağımızı bilemeyiz.

23 Nisan’da uzaylı çocukları yönetici koltuğuna oturtsak “hadi bakalım yöneticisin, ister as, ister kes” deriz.

Sonra da “toplumda şiddet artıyor, sorumlusu uzay medyası” deriz.

Bölücü, katil uzaylılara kucak açar, Milletimizin Meclisinde söz hakkı verir; işçi emekçi öğrenci uzaylılara gaz püskürtürüz.

İşin özü, uzaylılar nasıl görünür bilemem ama biz ne göründüğümüz gibi olabilir, ne de olduğumuz gibi görünebiliriz.

Yani aslında uzaylılara sormak gerek günyüzlüm, biz Dünyalılar acaba dost muyuz yoksa düşman mı?

Annen
1 Mayıs 2010



Sevgili Oğlum,

Dün gece uyku tutmamıştı beni…

Uzun süre seni izledim, hatta gecenin bir vakti sana yazdım yine… Sabaha karşı gördüğüm rüya ile ağlayarak uyandım ve sımsıkı sarıldım sana…

Birini kaybetmiştik rüyamda, kim olduğunu görmedim ama deniz kıyısında oturmuş ağlıyorduk… Gitme, daha gitme diye uyandırmaya çalışıyordum kıpırtısız yatanı… Hadi konuş benimle diyordum…

Bu sabah erken saatte aldık haberi… Babanın eniştesi, senin isimdaşın, benim nikah şahidim Fuat Deden sonsuzluğa doğru kanat açmıştı meğer…

Tıpkı yaşamı gibi sakin, dingin, beyefendi bir şekilde İzmir’deki yatağında derin uykusuna dalmıştı…

Canım bebeğim, Fuat Deden benim kaybettiğim, kıymetli dedelerimin yerine koyduğum insandı… Onların yaşamışlığını, görmüşlüğünü, mütevaziliğini, kibarlığını tekrar yaşama şansını bana sunandı…

Babanın eniştesiydi ama benim tonton dedemdi…

Hep derdim ona “Fuat Dedem, çok ucuza sattın beni bu damada, doğru dürüst bir yüz görümlüğü bile takmadı” diye…

O da “sen merak etme kızım tapusu bizde, hem akıllı bu damat, benim kızımın kıymetini bilecek kadar akıllı diye…

Hastalığını öğrenince görmeden içime sinmedi de işi de bahane ederek seninle daha yeni, hepi topu 1,5 ay önce gitmiştik İzmir’e…

Seni görünce nasıl da gözleri parlamıştı, sanki bir anda canlanmıştı… Tıpkı rahmetli dedelerimin beni her gördüğünde yüzünde parıldayan ışık gibi kocaman bir gülümsemeyle kucak açmıştı bize…

Sen, “dede, dede” diye peşinde koşarken, sanki o hasta, yorgun, yaşlı adam gitmiş de yerine filinta gibi bir delikanlı gelmişti…

Haberi aldıktan sonra bu yaz Artur’ da çektiğim video görüntülerinizi izledim…

Bilsen ne kadar büyük bir hevesle beklemişti seni… Komşularına “torunum gelecek” diye anlatmıştı…

Sen daha yürüyemiyordun, ona tutunup ayağa kalkmaya çalışırken, o da yerde seninle emekliyordu… Sen 11 aylık, o 85 yaşında birer delikanlıydınız… Aynı enerji, hayata karşı aynı coşku…

O yaz bir kez daha hayran oldum ona…

Rakı ve balık bir arada onun sohbetiyle, bıyık altından yaptığı hınzırca esprilerle hiç olmadığı kadar keyifli olmuştu…

Ben onu tanıdığımdan beri yemeğine, sporuna dikkat eden, sesini hiç yükseltmeyen deden geçen yaz da İzmir’den Artur’a kadar yine kendi arabasını kullanarak gelmişti…

Ne yaş, ne yıllar, ne yollar yıldırmamıştı ki onu… Hep kontrollü, hep dingindi, araba kullanırken bile… Hatta otobanda “fazla yavaş” gittiği için ceza almasına güldük biz yıllarca…

Sen bugün videoyu benimle izlerken, yine “dede, dede” diye bağırarak öpücük gönderdin ekrana…

Biliyorum hiç hatırlamayacaksın o görüntüleri, o dedeni günyüzlüm…

Ama hep bileceksin ne kadar beyefendi olduğunu…

Ve ben asla unutmayacağım geçen hafta bana telefon açıp da “kızım, iyi ki geldiniz, iyi ki torunumu tekrar getirdin bana, Allah razı olsun…” deyişini…

Güle güle Fuat Dedeciğim, dilerim sonsuzluğunda ışığın bol olsun, tıpkı bana bize hep yansıttığın gibi…

Annen
16 Nisan 2010



Sevgili Oğlum,

Şu anda yanımda öylesine huzur dolu uyuyorsun ki… Nasıl anlatsam sana hissettiklerimi?
Sanırım dünya üzerinde hiçbir duygu, hiçbir görüntü huzurlu bir uyku sürmekte olan bir bebeği izlemek kadar umut ve mutlulukla dolduramaz içimi…

Sana bakarken hep “sen benim ışıltılı, aydınlık yüzümsün” diye düşünüyorum…

İşlenmemiş, yaralanmamış, kabuk bağlamamış ruhunun bana ve babana duyduğun sınırsız güven şımartıyor beni…

Kendimi dünyanın merkezi sanıyorum…

Uykunda ellerini tutuyorum, tek bir parmağım bütün avucunu kaplıyor… Tıpkı senin minicik benliğinin tüm yüreğimi, hayatımı kapladığı gibi…

Seninle yeniden keşfediyorum yaşamı birtanem…

Dişli olmadan önce diş çıkarmak için ne zorluklar çektiğimi, düştüğüm günlerde yakınmak yerine yürümek için nasıl azim gösterdiğimi hatırlıyorum sayende…

Sımsıcak bir sarılmanın annem için, sulu mu sulu bir öpücüğün babam için ne denli kıymetli olduğunu sayende anlıyorum bir kez daha…

Salonumuza vuran ışığın yansımalarının, açan çiçeğin, akan suyun, ocakta kaynayan yemeğin, köpeğimizin ilgi beklentilerinin, gökyüzünde süzülen bir balonun, çıtır simidin, kış günü sıcak evimizin, yaz günü serin bir deniz esintisinin, evde kovalamaca oynamanın mutluluğunu, şaşkınlığını tekrar yaşıyorum seninle…

Düştüğümüz zaman kahkahalarla gülüp kalkıyoruz yerimizden, gülerken bir anda ağlayıveriyoruz sudan bir sebepten…

Hep seninle, hep senin sayende…

Ve yine sen o küçücük, savunmasız bedeninle; ruhunla hayatta hiç kimsenin olmadığı kadar derin kaygılara sürüklüyorsun beni…

Hiç korkmadığım kadar korkuyorum…

Prizlerden, yüksek sandalyelerden, balkondan, trafikten, kazalardan, hastalıktan, çatal bıçaktan, ocaktan, ilaç kutularından, merdivenlerden, insanların içindeki karanlık yüzlerden, kavgalardan, hıyanetten, ahlaksızlıktan, namussuzluktan, yeryüzüne ve evrene saçılmış tüm kötülüklerden…

Seni koruyamamaktan, kollayamamaktan…

Senin minicik elinle kavradığın tek bir parmağım gibi aslında duygularım...
Bizim sana sunduğumuz dışında kalan dört parmağın ne olduğunu bilememekten, öngörememekten korkuyorum bir yandan…

Dışarıda kalan o dört parmağın şaşkınlığına gülüyorum öte yandan…

Bilsen, ben de sana dünyaları vermek istiyorum oğlum…

Tıpkı senin varlığınla Tanrı’nın bana yüklediği sonsuz sevgi ve kaygı gibi…
Ama biliyorum ki dünya tam da senin avuçlarının, gönlünün büyüklüğü ile sınırlı gün yüzlüm...

İstesem de bir parmaktan fazlasını veremem biliyorum…

Ve öylesine yazıyorum, öylesine konuşuyorum seninle…

Senin melekler gibi gülümseyerek uyuduğun; en korunmasız, en bana ait olduğun zamanlarda…

Parmağım avucunda, yüreğim varlığında kaybolmuşken…

Tanrı’nın bana sunduğu aydınlık yüzüme bakıp diliyorum:

Hep can kal, canda kal, candan kalasın diye sevdiğim…

Annen
15 Nisan’ı 16 Nisan’a bağlayan bir gece



Sevgili Oğlum,

Tam 3 gün sonra 33 yaşına basacağım, 2010 yılında…

Neyse ki şarkıda söylendiği gibi “babamın öldüğü yaşta” değilim ama tam da babana aşık olduğumda onun olduğu yaştayım bebeğim…

Tam 10 yıl oldu, kalbim böylesine deli gibi çarpmaya başlayalı…

Tam 10 yıldır, yaşadığım ve böylesine sevdiğim için şükrettim her gün…

Bilir misin sevmek sevilmekten daha zordur gün yüzlüm, çünkü sevdiğin zaman bütün koruma duvarlarını kaldırır, hesapsız kitapsız sunarsın sevdiğine tüm benliğini…

İşte o yüzden daha zordur ve o yüzden çok daha fazla güvenmen gerekir, kendine ve aşkına…

Ama unutma insanlar hep sevilmek için uğraşır… Ve sen bir gün anladığında sevmenin gücünü, çok daha sağlam durursun hayatta… Çünkü o gün farkına varırsın kendinin ve değerinin…

Ah be bebeğim…

33 yılda neler yaşadım ben?

Ne kadar sevdim kendimi?

Ne kadar hırpaladım ruhumu, zihnimi belki de hiç değmeyecek şeyler için?

Ne çok ağladım, ne çok güldüm…

Çok güvendim kazık yedim, zaman oldu hiç güvenmedim yanıldım…

“Arka taşım” diyecek kadar can dostları da o yıllarda tanıdım, dost dediğimin vefasızlığını da o yıllarda tattım…

Ne çok şey kazandım, ne çok şey kaybettim…

Ben tüm çocukluğumu ve ilk gençliğimi bir sürü saçma sapan sorunlara heba ettim birtanem, tıpkı senin de gelecekte yapacağın gibi…

Daha güzel olmayı hayal ettim örneğin, beğendiğim çocuk da beni sevsin istedim…
Çok zeki olup da hiç uğraşmadan tüm derslerden geçmeyi umdum…

Hatta çocukken annemi bile değiştirmeyi istedim gizli gizli, çünkü az görürdü benim annem, arkadaşlarımın annesi gibi değildi…

Her türlü güçlükle baş eden, dimdik ayakta duran bir anneye sahip olduğumu anlamak için çok büyümem gerekti; hem yaş olarak hem de yürek olarak…

Ve Tanrı ömrümün en güzel hediyesini, seni de 30lu yaşlarımda sundu bana…

Gözlerinin içine bakıp da titrediğim, kokusunu içime çektiğim, nefesimden alıp da ömrüne katmak istediğim seni, kıymetlimi verdi bana…

Şimdi geçen 33 yılıma ve sana bakıp da düşünüyorum da sen büyüyünce neler hissedeceksin acaba bizimle ilgili?

Bizim seninle gurur duyduğumuz gibi sen de bizlerle gurur duyup, şükredecek misin sahip olduklarına yoksa utanacak mısın, kızacak mısın?

“Offf anne, ne geri kafalısınız mı diyeceksin” bizim seni korumaya çalıştığımız endişeli günlerimizde…

Ya biz rahatlıkla bırakabilecek miyiz ellerini yürümeye başladığın ilk günlerde olduğu gibi? Yoksa her an düşeceksin diye tetikte mi bekleyeceğiz babanla?

Peki sen bugün her düştüğünde olduğu gibi dönüp, kocaman bir gülümseme ile bize bakıp cesaretle yürüyebilecek misin tekrar yolunda?

Bebeğim, ne zormuş ana baba olmak… Sen 1,5 yaşındasın ben 33; ama inan ben senden daha çok korkuyorum…

İmkanım olsa babanın ve benim tüm deneyimlerimizi yüklemek isterdim zihnine, bir nebze olsun koruyabilmek için seni…

Ama biliyorum, çare yok…

Deneyeceksin, göreceksin, hissedeceksin, bir sürü yanlış yapacaksın, hem çok ağlayacak hem de kahkahalarla güleceksin…

Ve belki de bir gün 33, 44 yaşında olduğunda kendini ve yaşadıklarını sorgulayacaksın tıpkı bizim gibi…

Ve o gün bileceksin ki, hep yolun başındasın aslında, tıpkı bugün olduğun gibi…

Sen büyürken, hayat senden çok daha hızlı büyüyecek çünkü…

Ama yüreğindeki yaşama isteğini, öğrenme heyecanını hiç yitirmediğin sürece sen hep bugünkü gibi neşeyle, şaşkınlıkla, heyecanla bakacaksın hayata ve ışıltısına…
1,5 yaşında da 33 yaşında da…

Daima sevgiyle ve coşkuyla kal oğlum…

Annen
Nisan 2010




Sevgili Oğlum,

Senin baban bir hukukçu, ben ona inandığım gibi hukuka ve hukuk devletine de çok inanırım.

Zaman zaman anlamasam da nasıl işlediğini…

Örneğin kasıtlı olarak adam öldürmenin bile hafifletici nedeni varken, baklava çok kalorili olduğu için mi onu çalmanın cezası “çok ağırdır” anlamam…

Düşünmenin, düşündüğünü söylemenin en büyük suçlardan biri olarak görüldüğü ülkemde mayına, pusuya gizlenmiş sözde “demokrasi” mücadelesinin Milletin Meclisi’nde söz hakkı bulmasına anlam veremem…

Apartmanda köpek beslemek yasakken; ülkenin koynunda “yılan beslemek” ABilerimizin gözünde nasıl “demokratik özgürlüktür, insan hakkıdır” bir türlü çözemem…

Çocuklara tecavüz edenlerin hadım edilmesini; para için küçücük çocuğunu “fuhuş” ya da “evlilik” adı altında satanların ömür boyu hapiste kalmasını isterim; kendime özgür adalet duygumla…

Dedim ya oğlum, bizim ailenin hukukçusu baban, ben ancak gugukçusu olarak sürekli ona sorar, söylenir; anlamaya çalışırım bütün bunları…

Ama bugün canım çok sıkkın; sabah okuduğum röportaj çok ağlattı beni…

“Oğlum 20 aylık oldu, beni tanımıyor… Kızım karnesini getirmiş, çıkmadı tahliye; ağlamadı bile kızım” diyor…

341 gündür hapiste olan ve daha ne kadar kalacağı meçhul olan bir baba bunları söyleyen… Mustafa Balbay…

Ben tanımam onu… İyi bir Cumhuriyet gazetesi okuru olamadım hiçbir zaman çünkü… Hatta hep biraz soğuk, biraz mesafeli buldum…

Gazete bayilerinde renkli bir sürü gazetenin yanında, ağır bir tavırla duran “saray soylu” ifadesi kimi zaman tedirgin etti, kimi zaman hayranlık uyandırdı…

Ama gazeteci kimliğinin çok ötesinde dokundu bugün yüreğime Mustafa Balbay…

İsyan ettim, ağladım bu sabah…

Çünkü seni 1 gün bile görmediğinde nasıl burnu sızlayarak “çok özledim oğlumu” diye aradığını bilirim babanın…

O da çok iyi bilir babasızlığı; belki de henüz çok küçük bir çocukken babasını yitirdiği içindir sana olan bu düşkünlüğü… Sen hiç babasız kalmayasın diyedir duaları…

Dedim ya hukuktan anlamam ben bebeğim, suç varsa hemen cezalandırılması gerektiğine; suç yoksa da haksızlık yapılmaması gerektiğine inanırım…

Adalet duygum bu kadar basittir…

Ama bir çocuğun gözlerindeki hüznü ve neşeyi bilirim…

Babasız bir çocuğun en güleç halinde bile yüzünden bir anda gelip geçen “hasret” duygusunu tanırım…

Babasının kollarında çığlıklarla, kahkahalarla dönen bir çocuğun ise kendini “dünyanın en güçlü insanı” hissederek hayata nasıl güvenle baktığını görürüm…

İşte bu nedenle gidip kızına, minicik oğluna sarılmak istedim; “geçecek” demek istedim… “Cesaret, güçlükler karşısındaki zarafettir” demek istedim…

Yapamadım; sana sarıldım ağlayarak…

Ah be gün yüzlüm… Bilsen, hiç anlamam hukuktan, ama adalete yürekten inanırım…

Hakkın er ya da geç yerini bulacağına; kul hakkı yiyenin bu dünyada olmasa bile

Tanrı’nın huzurunda hiç huzur bulamayacağına inanırım…

Hem de öyle çok inanırım ki; umutla dua ederim… Babasız, annesiz tüm çocuklar için…

Hak için, adalet için…

Sevgiyle, adaletle ve cesaretle kal bebeğim…

Annen
9 Şubat 2010



Sevgili Oğlum,

Yine Aralık ayı geldi, yine yeni bir yıl aralandı...

Birlikte ne çok şey yaşadık geçen bu yılda...

Doğumlar, ölümler...

Hastalıklar, mutluluklar...

Kayıplar, kazançlar...

Umutlar, hayal kırıklıkları...

Dostluklar, ayrılıklar...

Kocaman kahkahalar, sessiz gözyaşları...

Kendi ayaklarının üzerinde ilk defa durduğun günler, hayattaki ilk acemi adımların...

Bir yılda koca bir ömür, koca bir ömürde ise kısacık bir yıl...

Seninle kaç yılbaşı göreceğiz kimbilir...

Her yeni yılda aynı dileklerle sarılacağız birbirimize... Sıfırlayacağız yaşadıklarımızı, gökyüzüne bakarak yepyeni hayaller kuracağız...

Bilsen hayat öylesine içiçe geçmiş ki sevdiceğim...

Hem rengarenk hem de birbirinden tamamen bağımsız...

Hani rengarenk zeka küpleri vardır ya, bütün renkleri biraraya toplamak için uğraşırsın...

Kimi zaman başarırsın, kimi zaman da asi bir renk çıkar sana boyun eğmeyen...

İstediğin sıraya bir türlü girmeyen...

İşte sen de bir ömür uğraşacaksın o renkleri biraraya toparlamaya bebeğim...

Üzüleceksin bazen, bazen de dünyada kimsenin senden mutlu olamayacağına inanacaksın...

Gün gelecek güvendiğin dağlara kar yağacak, gün gelecek kocaman çığlar altında umutla parıldayan bir kardelenle ısınacaksın...

“Hısım” diye bidiklerin bir “kısım” fazla sokacak belki, belki de hayat denizinde düşüp de sarıldığın “yılan” değil canına can katan olacak...

Belki aşkına karşılık bulamayacaksın, belki de sevenin kıymetini sen anlayamayacaksın...

Kimi zaman dünyanın en kaliteli yemeklerini yiyip en pahalı şaraplarını içeceksin, kimi zaman sıcacık simit, peynir ve çayın lezzetini dünyalara değişmeyeceksin...

Yaşayacaksın, göreceksin, varolacaksın, var edeceksin...

Ama dilerim sadece gözün değil, gönlün de hep açık olsun oğlum...

Yaşadığın ülkeyi, dünyayı izle... Ama sadece “bakan” değil, “gören” gözlerle...

Örneğin sen de bil; gün gelip “açılım” diye ortalığa saçılanların; babasının tabutunun önünde şaşkın gözlerle bakan çocukları görünce nasıl kuytu köşelere kaçıştıklarını...

“Domuz gribi” ile mücadele için milyon dolarlar harcamakla övünenlere “ya garipler” dediğinde, “yokuz” hemşerim cevabını verdiklerini...

Aşkın “dizi dizi” ihanetlerle tüketildiğini, adaletin ancak “paralı ya da silahlı” Polat’ların Alem’lerinde dağıtıldığını kabul etme...

Bir kadının aşkına sahip olmanın dünyadaki en büyük hazine olduğunu sakın unutma...

Ve bir kadının nefretinden kork, hiçbirşeyden korkmadığın kadar...

Kanın deli de aksa, adam gibi adam ol... Gözlerinin önünde perde olan, “mış” gibi yaşayan bir adam olma asla...

Yenilsen de kaçak güreşme...

Gerekirse tek başına kal ama sürünün bir “ürünü” olma oğlum...

Ve tüm bunları anlamak için Yaradanın öğüdünü hep aklında tut, “oku” günyüzlüm...

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma...

Siyah ya da beyazlarla sınırlama hayatını...

İzle... Çevrendeki tüm renkleri...

Dinle... Yeryüzündeki tüm sesleri...

Kokla... Doğayı, sana bahşedilenleri...

Tat... Tüm lezzetleri, en başta da aşkı, dostluğu...

Sev... Hem de öyle sev ki sevdiğin bile şaşkınlığa düşsün o gücün karşısında...

Kendi doğrularını takip et daima...

Hatalar da yapsan yola devam etmesini bil... Düştüğün yerden kalk, üzerindeki tozları silkele ve ilerle...

Geçmişi unutma ama geleceğine de sahip çık...

Ne olursan ol ama “insan” ol önce...

Ve “insanlığa” olan inancını, umudunu yitirme asla...

İnan bana o zaman oyundaki bütün renkler seni izleyecek, hem de memnuniyetle...

Ve sen avucundaki “gökkuşağı” ile dünyanın en güçlü adamı olacaksın oğlum...

Seni çok seven annen...
2 Aralık 2009



Sevgili Oğlum, Canım Bebeğim,

Beş gün sonra tam bir yaşına basacaksın...

Geçen sene bu zamanlar seni nasıl sabırsızlıkla beklediysem, birinci yaş gününü de öyle heyecanla bekliyorum.

Geçen sene bu zamanlar hem heyecanlanıyor, hem de çok ama çok korkuyordum...

Herşey yolunda gidecek miydi? Sağlıklı bir şekilde aramıza katılacak mıydın? Ya seni ilk gördüğümde sevmek bir yana, hiç hoşlanmasaydım senden?

Mümkün müydü bedenimde özenle büyüttüğüm seni, kalbimin kabul etmemesi? Ama kimi zaman böyle vakalar oluyormuş, duymuştum...

Tüm bunlar senin ufacık, hafiften de mor bedenini görünce nasıl da dağılıvermişti birden sevdiceğim. Sahi sana söylemiş miydim o zamanlar da moru ne çok sevdiğimi?

Bebeğim benim, Eylül ayını eskiden beri severdim ama seninle birlikte çok daha fazla sevecekmişim meğer bilmezdim; çünkü sen bana Eylül’ün hediyesisin...

Bir yıl önce 19 Eylül’de o minicik, buruş buruş elini kalbimin üzerine koyduğun dakika anlamıştım bundan sonra hayatımın asla eskisi gibi olmayacağını...

Ama inan böylesine değişeceğini hiç tahmin etmemiştim...

Örneğin birşey yapmak istediğimde karşıma engeller çıkarsa çok kızardım, belki kafa tutardım, belki de “amaan” der vazgeçerdim; mücadele etmek yerine...

Bugün ise senin minicik bedeninle nasıl ayağa kalmaya çalıştığını, yere her düştüğünde pes etmek yerine daha çok hırslandığını izleyince aslında ne çok engeller aşmışız şu hayatta bilerek ya da bilmeyerek diyorum...

Bir diş çıkarmanın dahi zorluklarını gördükçe, hırsım kavgam azalıyor aslında minicik olan insanlık zaaflarına karşı...

Senin burnun bile azıcık aksa benim yüzüm düşerken; “Tanrım engelli, hasta çocuklara sahip analara nasıl bir sevda, nasıl bir azim, nasıl güçlü bir yürek bahşediyorsun sen” diye şaşkınlığa düşüyorum...

Bilir misin bebeğim kıymetli uykumdan, Babanla başbaşa yaşadığımız keyiflerimizden asla taviz vermeyeceğimi düşünürdüm ben; ta ki senin nefesini dinlediğim uzun gecelerimizle ve horozlardan bile önce başlayan sabahlarımızla buluşana kadar...
Hem daha bilmezdim ki yanımda bir erkek yapsa nefret edeceğim ve bir daha onu asla aramayacağım “alttan ve üstten gaz” hadisesinin dahi; sırf sende yarattığı huzurdan dolayı beni böylesine mutlu edeceğini...

Bir gülümsemen için, sıcacık bir sarılman için dokuz takla atacağımı, türlü komiklikler yapacağımı hayal eder miydim ki?

Ya o kokunu, dünyanın en pahalı parfümleriyle değişmeyeceğimi?

Doğduğun gün öyle kazınmış ki zihnime, hiç unutmuyorum “eee kadın istedin dünyaya getirdin beni, peki benim istediğim gibi bir dünya bekler mi ki beni” diye sorgulayan, dimdik bakışlarını...

Ah bebeğim, senden sonra ben asla eski ben olamayacağım artık, biliyorum...

Belki bir sürü şeye “boşver” derdim eskiden ama şimdi senin içinde yaşayacağın dünyayı düşünüyorum kara kara...

Belki de aslında ben eskiden de çok şeyi takardım kafama ama artık daha da huzursuzlanıyorum seni bekleyen geleceği düşündükçe...

Senin benim gönlümde yarattığın zenginliği, yüzüme bahşettiğin gülümsemeyi ben de sana sunabilir miyim onu düşünüyorum...

Biliyorum sevdiğim, hayat denen şu tiyatro oyununda seni her zaman bugün olduğu gibi koruyup kollayamayağım...

Mutlu da olacaksın üzüleceksin de... Zaman zaman kızacaksın, hırslanacaksın, bol miktarda kazık yiyeceksin, kimi zaman da dünyada senden şanslı kimsenin olmadığını düşünecek kadar huzur dolu olacaksın...

İnsana dair ne varsa, yaşayacaksın; Tanrı’nın sana bahşettiği “ömür” dediğimiz zaman içinde...

Ama sadece şunu biliyorum ki; biz, yani ben ve baban her zaman yanında olacağız, hem elini uzatsan dokunacağın kadar mesafede hem de dürbünle bile göremeyeceğin kadar uzaklıkta...

Çünkü sen doğduğun gün itibarıyla Tanrı’nın geçici bir süre için bize emanet ettiği bir ruh ve beden, ve aslında tamamen kendine özgü bir birey oldun ve biz senin düşmene engel olmak için değil, düştüğün yerde yara bandını uzatmak için varız yüreğim...
Tıpkı ben bu satırları yazarken parmaklarını mutfaktaki çekmeceye sıkıştırdığın ve benim sana pansuman yaptığım gibi...

Kararları verecek olan da, sonuçlarını yaşayacak olan da sensin ve bizler paylaşmak için yanındayız ancak...

İşte sevdiğim; hayat bu kadar basit ve bu kadar karmaşık... Tıpkı hemen çözümü önünde duran ama bir türlü göremediğin bir bilmece gibi...

Birlikte yaşayacağız ve göreceğiz, dilerim tabii...

Ne diyeyim ki daha?

İyi ki doğdun, iyi ki varsın günyüzlüm...

Seni çok seviyorum...

Annen
13.09.2009



Sevgili oğlum,

Sana yazmayalı bir aydan fazla oldu. Ama inan öyle tatsızdı ki her şey, haberler ben de “dünya, ülkemiz kötü oğlum ama biz ailecek çok iyiyiz çok şükür” demeyi sindiremedim bir türlü.

Artık ne gazete okumak, ne haber izlemek istiyorum.

Seni nasıl bir dünyanın beklediği düşüncesi korkuya sürüklüyor aklımı, ruhumu. Nasıl koruyacağız biz seni, hiç bilmiyorum.

Canım oğlum…

Dün seninle ilk anneler günümüzdü. Ve televizyonlar anasız babasız çocukların, evlatsız anaların gözyaşlarıyla doluydu.

Senden sonra ben iyice duygusal oldum zaten, neredeyse her habere ağlıyorum.
Gözlerinin içi gülen cıvıl cıvıl bir genç kızın nasıl vahşice öldürüldüğünü okuyor; ağlıyorum…

Bir ana gözyaşları içindeyken, başka bir ananın sanık çocuğunu köşe bucak kaçırıp da geceleri huzur içinde uyuyabilmesini anlayamıyor; ağlıyorum…

Sanki film adı gibi olayı “kesikbaş cinayeti” diye veren meslektaşlarımın duyarsızlığına, acıların üstüne eklenen “sahip çıksalarmış efendim” diyen “cerrah”i müdahaleye dayanamıyor; ağlıyorum…

Her gün her dakika sinsice, kalleşçe şehit edilen gencecik çocuklarımızı görüyor ağlıyorum…

İçi yanan anaların babaların elini sıkan devlet büyüklerimiz, onların katillerini temsil edenlerin de ellerini sıkıyor Meclis salonlarında; ağlıyorum…

Vicdan yoksunu, sözde “insan” özde “ruh hastaları” kadın çoluk çocuk demeden 47 canı tarıyor; ağlıyorum…

Geride kalan yetimler öksüzler ellerinde çiçeklerle mezar başında bekliyorlar boynu bükük; ağlıyorum…

Üst düzey yetkililer olay yerine gidecek diye yolu olmayan köyün yolu 2 saatte yapılıyor; yani insanlığın medeniyetin onlara ulaşması için can vermeleri gerekiyor; ağlıyorum…

Dedim ya senden sonra iyice duygusal oldum, vara yoğa ağlıyorum böyle…

Sen ise bütün bunları anlayamayacak kadar küçüksün henüz…

Tanrı’nın bize emanet ettiği tertemiz bir ruh, bir bedensin…

Gücümüz, ömrümüz yettiğince koruyacağız elbette seni.

Ama biliyorum ki bizim en önemli görevimiz sana “vicdan”lı olmayı öğretebilmektir.

İçindeki “vicdan” kalbine, Tanrı’ya en yakın olduğun noktadır oğlum.

Onun sayesinde insana, hayvana, taşa, toprağa Yaratan’ın tüm eserlerine kendine duyduğun sevgiyi ve saygıyı duyarsın… İncitmekten çekinirsin…

Ellerin duaya kalkmışken, kalbinde kötülük barındırmazsın…

Kötüler hiçbir yerde saklanamaz der Epikür, çünkü ne kadar saklansalar da vicdan kendi kendilerini buldurur onlara. Ruhunun, yüreğinin en büyük esareti olur; rahat huzur vermez…

O yüzden senin içine “vicdan” ve “sevgi” tohumlarını ekebilirsek, yüreğinin içinde her daim baharı taşıyacağını biliyorum.

Evet doğduğun dünya karmaşık ve kötü oğlum ama ben Tanrı’nın huzuruna kul hakkıyla çıkanların cezasız kalmayacağına yürekten inanıyorum.

Sevgiye inanıyorum, sevmeyi bilen yürekli insanlara inanıyorum...

Sana, size inanıyorum…

“Vicdan”larımız üzerindeki tozların elbet bir gün silineceğine ve dünyanın, ruhlarımızın, kalplerimizin, insanlığın huzur bulacağına inanıyorum…

Sen de inanacaksın bebeğim…

En karanlık, en ıssız yerlerde kendin için evren olacaksın. Aklınla, yüreğinle, vicdanınla kendi benliğini aydınlatacak, karanlığa geçit vermeyeceksin…

Çünkü fırtına ne kadar sert olursa olsun, “yiğit” olan şaşmaz yolundan yordamından…

Ve sen benim Yiğit oğlumsun…

Bir şeylerin değişmesi gerektiğine dair en büyük umudumsun…

Nasıl vazgeçerim?

Annen
11 Mayıs 2009




Sevgili oğlum,

Dün okuduğum haberi hatırlıyor musun?

Hani diyordu ya “yengeçler acıyı hissetmekle kalmaz, bu acıyı hafızasında tutar ve geçmişindekini hatırlayarak sonraki elektrik şoklarından yani muhtemel acılardan kaçınmaya çalışır.”

Bu haberi okuyunca merak ettim, yengeçleri araştırdım biraz.

Biliyor musun balıkçı her tuttuğu yengeci bir sepete atar ve dönüp de bir kez daha bakmazmış. Neden dersen; çünkü o sepetin içinde de hangi yengeç sepetten çıkmaya çalışsa diğer yengeç ona asılır ve sepetten çıkartmazmış.

Bu yüzden de balıkçının ikide bir arkasına dönüp yengeç sepetini kontrol etmesine gerek kalmazmış.

Ve en son yengeç, kardeşini yermiş. Yan yana savaştığı, hayatta kalmak için kavgaya girdiği, arkadaşını beraber yediği kardeşe gelirmiş sonunda sıra.

Yani yengeçler toplanıp da bir sepete konduğunda esas savaş başlıyor bebeğim.

Bu doğaya ve düşmana karşı bir savaş değil; kendisini tutsak edene karşı bir savaş da değil. Bu yaşama karşı bir savaş, ama aynı zamanda kendi türüne karşı da...

İşte bütün bunları okuyunca sana şu güzel ülkemde yaşananları başka türlü nasıl anlatabilirdim ki?

Bunca yolsuzluklar, her durumda bulunan “yol”lar, açlığa ve yoksulluğa uzanan “kol”lar, komşusu açken kendi sırtı pek olanlar; Cennet hayali kurup da sonunda da cinnet geçirenler…

Koltuk sevdasıyla, kamber misali parti parti gezenler, onlara her seferinde “koltuk” çıkanlar…

Kardeşin kardeşe düşmanlığı, kavga ve gözyaşı arttıkça kuytu köşelerde avuçlarını kaşıyanlar…

Doymayanların ihtirasları, kaybettiklerini ancak bir sepetin içine girince anlayanların acı acı yankılanan çığlıkları…

Çok sevdiğim bir dostumun uzun yıllar yaşadığı “medeni” Avrupa’ya veda ederken bizlere gösterdiği “nedeni” gözlerimi yaşartıyor.

“Ben, annemi de babamı da Türkiye’nin hala çözüm bulamamış sorunlarından kaybettim ama her ikisi de bu ülkeye inandılar ve sevdiler… İnanarak ölmeyi, inançsız yaşamaya tercih ettiler…” diyor mektubunda.

Ve düşünüyorum da bizim o yengeç sepetinden çıkabilecek inancımız var mı hala?

Peki ya bu inancı kaybetme lüksümüz?

Ne ülkemizi ne de sizi o yengeç sepetinde çaresiz, ölümü bekler halde bırakmaya hakkımız var mı oğlum?

Ya bütün bunlardan bir yengeç kadar ders almasını bilecek, tarihi tekerrürden ibaret kılmayacak aklımızı nerelere koyduk biz?

Bugün ne gazetelere bakmak, ne televizyon izlemek istiyorum…

Aklımda hep o dostumun umut dolu, inanç dolu mektubu…

Ve dilimde dizeler:

Hani kuşlar yuva yapar göz bebeklerinde,
Bir ansız haykırış olur içinde ağlayamayışın.
Hani “yarın olsun, hele bir yarın olsun” dersin de
Yarın olur, dün geceyi bilerek unutursun.
Üstelik bir yengeç sepeti olmuşsa yaşamak,
Kendi geçmişinde başka gelecekler bulursun…


Annen
30 Mart 2009




Sevgili oğlum,

Gazetelerde lise öğrencilerinin haberlerini okudukça geleceğimize, geleceğine dair çok derin endişeler taşıyorum.

Biliyorum ki bugün içlerinde böylesine derin bir öfke, bu kadar yakıcı bir şiddet besleyen o çocuklar yarın senin yaşayacağın ülkeyi yönetecekler… Ve bu da inan beni çok korkutuyor…

Daha geçen gün Demokrasi Parkı’nda bıçaklarla sopalarla birbirlerine girdi liseli gençler. Biri öldü bir sürüsü yaralandı, gözaltına alındı. Anlık bir öfke yüzünden, daha da kötüsü aşk yüzünden genç hayatlar, umutlar söndü…

Ve işte bugünkü haber…

“Ah gelinciğim” diye ağlıyor bir başka baba… Gencecik kızı bıçaklanmış ve daha 17 yaşında, daha hayatının ilkbaharında bırakıp gitmiş onları… Tam da bir gelincik gibi kısacık bir mutluluk yaşatıp, sonra apansız bükmüş boynunu…

Neden peki? Aşkına karşılık bulamayan bir başka genç yüzünden…

Ah oğlum, eskiden liseli aşıkların elinde kitaplar olurdu, şimdi bakıyorum hep silahlar var...

Sevda uğruna şiirler yazılır, uykusuz kalınırdı…

Sevdiğimiz kimi zaman fark etmezdi bile aşkımızı, dost bilirdi gözlerimizi... Bizlerse onun bir gülüşüyle aydınlatırdık dünyamızı...

Sessizce uzaktan izlerdik mutluluğunu… Bazen ölesiye kızardık ama ona değil sevdiğine; sırf onu anlamıyor üzüyor diye…

Ve aklımızın ucundan bile geçmezdi zarar vermek, ne ona, ne de bizim yerimize sevdiğine...

Ama şimdi liselimin o duru sevdasına, ilk aşkına bile nefret karıştı oğlum…

Artık aşk uğruna dizeler yazılmıyor uykusuz gecelerde…

Pusuya yatılıyor karanlık köşelerde; kurşunlar atılıyor, bıçaklar çekiliyor, bedenler ve ruhlar onarılmaz yaralar alıyor, gelincikler soluveriyor...

Çünkü onlar Kurtlar Vadisi liselileri, bizlerse Hababam Sınıfı liselileriydik.

Bizim lise sıralarımızda dostlukların en sağlamı kurulurdu, bir ömür boyu sürecek…

Değil silah, çakı bile olmazdı üzerimizde… En kötü kavgada yumruklaşır, küser, sonra da öpüşüp barışırdık…

Kanlarımızın en deli attığı zamanlarda okulu kırar, tuvalette gizli gizli sigara içer, sınavda kopya çekerdik…

Çünkü bizler, Hababam Sınıfı çocukları bilmezdik ki daha kötüsünü…

Oysa onlar Kurtlar Vadisi çocukları oğlum…

Karanlığın, öfkenin, paranın, silahın, hırsın gücüyle ruhların beslendiğine inanıyorlar, inandırılıyorlar…

Kılıçların kalemlerden keskin olduğu bir dünyada yaşıyorlar…

Çok üzgünüm bebeğim çünkü biz yetişkinler içimizdeki öfkeyi öylesine başıboş bıraktık ki, sonunda çocuklarımıza gençlerimize dek uzandı ateş…

Biz kendi kavgalarımız içinde kaybolup da onlara sevgiyi, hoşgörüyü anlatmaktan uzaklaştıkça, onlar da tutunacak dal bulamıyorlar öfkeden, silahtan başka…

Hayatlarının en güzel döneminde bir bir yanıyorlar, nedensiz yakıyorlar…

Bir gece Demokrasi Parkı’nda ateşe veriyorlar ASİ ruhlarını, henüz hayatlarının DEMO’sunu bile yaşamamışken…

Bu yangını göremeyecek kadar meşgul biz yetişkinler ise gazetenin sayfasını çevirip kurtuluyoruz üzerimizdeki ağırlıktan…

Ve kör bir karanlığın içinde bir derin hüzün, acı bir gözyaşı ile boş yere yitip gidiyor liselim…

Avuçlarımızdan hızla kayıyor geleceğimiz…

Annen
21 Şubat 2009




Sevgili oğlum,

Bugün sevgililer günü…

Aslına bakarsan 14 Şubat, erkek kısmısı için “Ey Aziz Valentine, bir bilsen sen bize neler ettin?” günü olarak da kabul edilebilir.

Yüzyıllar önce sevgilileri İmparator’un yasağına rağmen gizli gizli evlendiren Papaz Valentine herhalde bugünleri hayal edemezdi.

Her 14 Şubat’ta herkeste bir romantizm çılgınlığı, hediye furyası, yer kırmızı gül gök kırmızı kalp…

Gazetelere bakıyorum da, sevgililer günü için elektrik süpürgesi reklamı bile var ki eminim bunu yazan reklamcı arkadaş erkektir. Zira bir kadına sevgililer günü hediyesi olarak süpürge götürmenin sonuçlarının neler olacağını bütün kadınlar bilir oğlum…

Bu arada Sevgililer günü münasebetiyle gazetelerde Şehr-i İstanbul’a methiye düzen Bay Başkan yeteneği ile Orhan Veli’ye bile şapka çıkartır.

Zaten Orhan Veli de bugün “İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı” diye yazsaydı, eminim ki ikinci dizesi “cüzdanım nerede?” olurdu…

Neyse diyeceğim o ki ileride seni zor günler bekliyor oğlum…

Bir gün büyüyecek, aşık olacak ve işte o günden sonra sevgililer günü, yılbaşı, kadınlar günü, anneler günü, yıldönümü, doğum günü, ilk çıkma, ilk öpme, ilk küsme, ilk göz süzme ve benzeri muhtelif özel ve genel günlerde biz kadınların romanTİK’lerinin nasıl attığına ve senin de hepsini aynı duyarlılıkla hatırlamanı bekleyeceğine şaşacaksın…

Ama bu sevgililer günü haberler, gazeteler hiç olmadığı kadar tatsız oğlum…

Bakıyorum bir tarafta ıssız adam fırtınası, diğer tarafta işsiz adam kasırgası…

Issız adamlar bağlanma korkusuyla sevdiklerinden kaçarken, işsiz adamlar sevdiklerini bağlayıp kurşuna diziyor…

Bir işsiz adam ki 5 aylık bebeğini ağladığı için döve döve öldürüyor…

Tam da senin kadar bebecik… Bir sana bakıyorum, bir habere…

Ve bu sevgililer gününde içimde derin bir keder taşıyorum…

Çok ama çok kızıyorum…

Gazze’li bebekler için gözyaşları içinde ekranlara çıkıp da kendi bebelerini “teğet” geçenlere…

Dünyaya “van minut” diye “posta” koyup da, kendi ülkemizde “durmak yok, yola devam” diye kartpostallar bastıranlara…

Aman canım şu kadarcık pırlantadan ne olur ki diyerek çoluk çocuk elbirliği yapıp da; el kadarcık bebeler ölürken, öldürülürken, her gün bir yenisi sokağa bırakılırken görmezden gelenlere…

Anlayacağın bu sevgililer gününde hiç tadım yok oğlum…

Her yerde reklamlar, şiirler, güller, çikolatalar, aşk sözcükleri…

Benim ise gözlerimde hüzün, dilimde aynı dizeler…

Anlamazdınız anlamazdınız o işsiz adamları…
Günahınız boynunuzda, ağlayan bir çift göz bıraktınız arkanızda…


Annen
14 Şubat 2009




Sevgili oğlum,

Biz seninle evde sakin bir hayat sürüyoruz…

Ama çok yakında yerel seçimler olacağı için ortalık toz duman…

Hangi gazeteyi açsam bir yandan yerel seçim, bir yandan genel geçim derdi…

Tabii bir de toprak altından çıkan “mühimmat”lar mevzu var ki atıp gidemeyeceğimiz kadar mühim...

Biz okulda yıllardır tartıştık durduk “Türkiye hala tarım toplumu mu yoksa sanayi toplumu oldu mu artık” diye…

Meğer gerçekten de ikisinin ortasındaymış da; toprağımızdan sanayi yapımı silah çıkıyormuş bebeğim.

E bu kadar yıldır, canım yurdumda hır gürün devam etmesinin nedeni de anlaşıldı haliyle. Boşuna mı demiş büyüklerimiz “ne ekersen onu biçersin” diye?

El bombalarıyla ev yapımı reçel üretecek değildik ya…

Tohumlaaaar silaha, silahlaaaaar düşmanaaa, düşmanlar kavgayaaaaa, dönmeli yurdumdaaaaa…

Tamam tamam haklısın, yine konu karıştı…

Neyse ne diyordum? Evet yerel seçimler…

Canım oğlum dediğim gibi bu aralar ortalık öyle bir toz duman oldu ki, kim hangi yöne gidiyor belli değil…

Yiyecek ekmeği olmayana buzdolabı hediye edeni mi ararsın yoksa; “Başkanım olur musun?” diyene eş bulacağını vaat edeni mi?

Çarşaf çarşaf açılım yapanları mı istersin, yıllardır din üzerinden kin yürütüp de şimdi “dini alet etmeyin” diyenleri mi?

Bugün okudum, bir gazetenin manşetinde “saflar değişti” yazıyordu…

Bak işte buna katılmam mümkün değil…

Evet sol partimiz fazla sağa kaydı, sağ partimiz de mecburen solda kaldı…

Ama kimse beni “safların değiştiğine” inandıramaz…

Çünkü benim saf vatandaşım bir güzel söze, bir kara kömüre inanır da verir oyunu; ondan pek meşhurdur Karaman’ın koyunu…

Bir sürü “saf”satayı gerçek zannederiz; sonra da biz hala sefalet içerisindeyken başkalarının neden sefa sürdüğünü anlayamayız bir türlü…

Elektrik almadan başlayarak cereyan çarpmaya her “saf”hasını biliriz ünlülerin ilişkilerinin de; geçmişimizden ders almayı bilmediğimiz için tekerrürlerle doludur tarihimiz…

Şu dünyada biraz daha güçlü olmak için herkes “saf”larını sıklaştırırken, biz “saf”lara ayrıldık yüzyıllar sonra…

Anlayacağın kolay değişmez bizim “saf”lar…

Ve ondadır başlığı okuyunca in“saf” demem, oğlum…

Annen
7 Şubat 2009




Sevgili oğlum,

Tam bir yıl oldu…

Hayatımın en inanılmaz, en heyecan verici hatta belki de en korkutucu haberini alalı…

Tam bir yıl önce bugün bir ekranda minicik bir karaltı olarak göz kırptın hayatıma ve daha o gün sıcaklığınla doldurdun yüreğimin her köşesini…

Daha bilmiyordum bile, kızım mısın oğlum musun, ama canımdın…

İçimde, kalbime en yakın yerdeydin…

Babanla benim coşkumuz, sevinç gözyaşlarımızdın… Hala öylesin ve umarım bir ömür boyunca da öyle olacaksın…

Ama sakın yanlış anlama bebeğim, “korkutucu” derken kastettiğim sen değilsin…

Sana dair öylesine büyük hayallerim var ki, başaramamaktan korkuyorum…

Korkuyorum çünkü işimiz çok zor oğlum, korkuyorum çünkü beklentilerim çok ama çok büyük…

Her şeyden önce mutlu bir çocuk, mutlu bir yetişkin olmanı istiyorum…

Dünya denen bu tiyatroda rolün her ne olursa olsun, bulunduğun sahnenin ışıl ışıl parlamasını diliyorum ki aydınlatabilesin hem kendini hem de çevreni…

Görmesini bilen gözlerin, sevmesini bilen yüreğin, merhametini besleyen vicdanın olsun istiyorum…

Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevecek akla sahip olmanı; soluduğun havaya, kokladığın çiçeğe, başını okşadığın köpeğe yani sana can veren bu muhteşem doğaya da kendine duyduğun saygıyı ve sevgiyi göstermeni bekliyorum…

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma istiyorum, ancak o zaman bütün dünya karşında olsa bile cesurca savunabilirsin inandığın fikri…

Hayat hiç kolay değil oğlum…

Ben senin önündeki çakıl taşlarını temizleyip, yolunu tamamen açamam…
Sen de hepimiz gibi bazen koşacak, bazen de takılıp düşeceksin…

Düştüğünde yaralar da oluşacak ruhunda; kimi hemen kabuk bağlayıp iyileşen kimi ise derinlerde bir yerlerde izler bırakan, ince ince sızlatan…

Ama bil ki her düştüğünde yanı başında olacağım, bedenimle değilse bile ruhumla, kalbimle… Ve elini tutup, asla pes etmemeni söyleyeceğim oğlum…

Sen de kalkıp, ruhundaki ve aklındaki tozları silkeleyecek, yoluna devam edeceksin…

Nefrete ve kine kepenklerinin kapalı olmasını umacağım ki senin kanatlanıp uçmana engel olan bir yürek ağırlığı yapmasın hiçbir şey hayatında…

Gözlerinde şu anda gördüğüm heyecanın hiç kaybolmamasını ve yaşamı hep aynı büyük merakla, aynı coşkuyla kucaklamanı dileyeceğim oğlum…

Biliyorum bir gün büyüyüp aşık olacaksın ve işte o zaman da “adam gibi adam” olmanı bekleyeceğim senden…

Sevmenin ve sevilmenin ne büyük bir hazine olduğunu; bir kadının kalbinde gerçekten yer edindiysen dünyanın en şanslı adamı olduğunu ve “can” kırıklarına yol açmaman gerektiğini anlatacağım aşk dolu gözlerine bakarak…

Gördün mü ne çok beklentim, hayalim var? Haksız mıyım korkmakta?

Ama oğlum korksam da, hayatın bizler için neler hazırladığını bilmesem de şunu biliyorum ki sen Tanrı’nın bize hediyesisin…

Daha varlığını öğrendiğimiz gün hayatımızı aydınlattın, bizi kocaman gülümsettin…

Ve bunun için bir ömür boyu teşekkür borçlu olacağım, Tanrı’ya ve sana…

Seni çok seviyoruz bebeğim…

İyi ki varsın, iyi ki hayatımızdasın…

Annen
31 Ocak 2009




Sevgili oğlum,

Hayatta öğrenmen gereken en önemli şeylerden birisi de önce düşünüp, sonra konuşmaktır.

Bu konuda kıymetli baban anneciğini uzun yıllardır sıkı bir eğitime tabi tutmakta…

Zira ben önce konuşup sonra düşünenlerdenmişim. Bunun da en büyük göstergesi kırdığım potlarmış.

Lakin onun büyük emekleri sonucu artık düşünme hızımla konuşma hızım eşitlenmiş ve bir gün konuşmadan önce düşüneceğime de inanıyormuş.

Neyse benim kişisel gaflarımı ve gelişimimi sana baban anlatsın.

Ama büyüyüp de önemli yerlere gelirsen; hele de toplumda izlenen, dinlenen; adam yerine konup da söz hakkı verilen biri olursan bir değil en az beş kez düşüneceksin öyle konuşacaksın oğlum…

Çünkü söz ağızda kaldığı sürece senin esirindir ama ağızdan çıktıktan sonra sen onun esiri olursun…

Bak mesela Atilla Olgaç denen bir muhterem var; yurdum gençlerinin pek bir bayıldığı Kurtlar Vadisi Pusu’nun Kılıç isimli karakteriymiş.

İşte bu zat-ı Atilla’ya bir televizyon programında Atıl Kurt demişler, “Kıbrıs Barış Harekatında 10 kişiyi öldürdüm” diye çıkıvermiş.

Yüzyılların düşmanlıklarını ufacık bir kıvılcımla yangına çevirmek için Pusu’ya yatanlar da boş durur mu bu sözler üzerine?

Vadideki Zambak’ın Baldök yala sözleri karşısında hemen harekete geçtiler tabii…

Nitekim son haberlere göre Rumlar da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuracakmış.

Yani alma Rum’un ahını, çıkar AHİM’de AHİM’de…

E be Atilla, illaAt’man gerekiyorsa ortaya bir savaş anısı kalkıp da henüz alevi sönmemiş Kıbrıs’ı, kuRumamış Türk-Yunan kavgasını mı ateşe vermen gerekiyordu?

Zaten laf-ı gaf piri Sayın Tansu Çiller’in eşsiz deyişiyle “becelleşiyor”muşsun hatanı düzeltmek için ve attığını kabul edip de “ben oyuncuyum, senaryodan bahsediyordum” demişsin.

Türkiye’ye verdiğin zarara bakarsak bu durumda “toplum için sanat” yapan bir “sanatçı” olduğunu söyleyemeyiz değil mi?

Ah oğlum, Montesquieu der ki “Hatalı düşünmek sahibine, hatalı konuşmaksa herkese zarar verir…”

Ve ne denir böylesi vahim bir zarar karşısında?

Vadim o kadar densizdi ki…

Annen
27 Ocak 2009




Sevgili oğlum,


İnsan olmanın, hele de Türk olmanın en zor yanlarından birisi nedir biliyor musun?

Mutluluk paylaşmak…

Ne yazık ki biz özünde karamsar bir milletiz ve mutluluklarımızdan değil, mutsuzluklarımızdan güç alır, besleniriz…

Her iyilikte bir kötülük araya araya kendimizi üzer, mutsuz eder sonra da “içimizdeki güç, istersen başarırsın, ben ettim sen etme, aslansın sen, yürü be kim tutar seni…” ve benzeri kişisel gelişim kitaplarına sığınırız.

Bunu sen doğduktan sonra çok daha iyi anladım.

Çünkü ne zaman seninle ilgili güzel bir şeyler söylesem, hemen birisi “aman herkese söyleme, en çok anne babanın nazarı değer” diyor bana.

Ben de boynumu büküp, gözlerimi mahçup mahçup yere dikiyor ve “Yok canım, kimseye söylemiyorum. Hem zaten her zaman böyle iyi huylu değil, bakma şimdi böyle dediğime aslında çıldırtıyor beni” diye düzeltiyorum hatamı.

Tabii benim hevesim bir kez daha kursağımda kalıyor ama karşımdaki rahatlamış şekilde derin bir nefes alıyor.

Sonra da kendimi üzmemem gerektiğini, bütün bunların geçici olduğuna ilişkin nasihatlerini sıralamaya başlıyor ve böylece ben de aslında “var olmayan” sıkıntımdan birazcık olsun kurtuluyorum.

“Ne sıkıntılar gördüm, aslında yoktular” misali…

Bu sadece seninle ilgili de değil oğlum…

Şu yaşıma geldim ama aile hayatım, işim, karşıma çıkan fırsatlar ve daha pek çok konuyla ilgili sevinçlerimi şöyle huzur içinde, suçluluk duymadan paylaştıklarımın sayısı bir elimin parmaklarını geçmedi.

Ama buna karşılık bir derdim, bir sıkıntım olduğunda çok daha kolay anlattım; daha çok destek gördüm.

Aileyle, dostlarla doya doya güldüğümüz zamanların ardından sık sık “çok güldük, ağlamasak bari” diye tahtalara vurduk hep.

Bir gazetecinin röportajında “Önceleri üzüntüleri paylaşmayı samimi dostluk sanırdım. Oysa bir dost senin mutluluğunla mutlu olabilen insanmış, bunu anladım” diye bir cümle okumuştum.

Bizde kara haber tez duyulur da iyi haber “aramızda kalsın ama…” tembihleriyle verilir oğlum…

Ölesiye korkarız kem gözden ve gem vururuz sevincimize…

Birini kötülemek istediğimizde “iyi gün dostu” deriz onun için.

Ama bana kalırsa insanın iyi gününde samimi bir şekilde, kıskanmadan mutlu olabilmek kötü gününde onunla ağlamak kadar hatta belki de çok daha kıymetlidir.

Ve ben kötü gün dostumu iyi günümde de yanı başımda bulmak isterim…

Aynı omuzda hem üzüntü hem de sevinç gözyaşlarımı aynı rahatlıkla paylaşabiliyorsam bilirim ki o benim “can” dostumdur…

İşte bu nedenle korkma mutluluğunu sevdiklerinle doya doya paylaşmaktan…

Korkma; çünkü iyi gününde seninle birlikte gülemeyen, kötü gününde için için gülümseyerek sırtını sıvazlar aslında…

Karamsarlık siyah bir renk gibidir oğlum, hayatın bütün renklerini kaplar ve öldürür; seni esir eder; yaşamının en büyük kısırdöngüsü içerisine sokar…

Sen sen ol bu kısırdöngünün hayatını ele geçirmesine izin verme ve zincirlerle kuşatılmamış sevinçlerin içine kendine sağlam bir yer edin…

Annen
27 Ocak 2009




Sevgili oğlum,

Biliyor musun senin doğduğun yıl dünya tarihindeki dönüm noktalarından biri kabul ediliyor.

Benim dünyamı sen aydınlatırken, dünya da Beyaz Saray’ı bir zencinin aydınlatmasından şaşkınlık ve heyecan duyuyor.

Gerçi Obama için, “hadi Barack, bırak bu ayakları, sen aslında siyah derili bir beyazsın” diye yazanlar da az değil.

Tıpkı bizim “doğan görünümlü şahin” arabalarımız gibi...

Bu durumda haliyle içi dışı bir olmuyor kendisinin, dışı zenci ama bir beyaz var ondan içeri…

İşte bu tartışmalar “değişim” sloganıyla gelen yeni Başkan’la birlikte aslında dünyada hiçbir şeyin değişmediğini gösteriyor bana oğlum.

Çünkü seçimi kazandığı günden beri tartışmalar genelde “siyah mı beyaz mı, yoksa yoksa Nallahım yoksa Müslüman mı” çevresinde dönüyor.

Köpeklerin sadece siyah beyaz gördüğünü söylediğim için “ay ne sıkıcı, bunca rengi göremiyorlar yani” diyen bir dostum geçenlerde “ABD’nin bir zenciyi başkan seçmesi, toplumun siyasal ve entellektülel tepkisidir” şeklinde derin bir sosyolojik tespitte bulundu bana.

Peki bu kadar zengin renk içerisinde “insanları” neden sadece siyah ve beyaz gördüğünü sordum, sustu…

Oysa hiçbir köpek derisinin rengine göre değerlendirip sevmez insanları oğlum, bu “yetenek” sadece biz insanlara bahşedilmiştir.

Sadece bizler rengine, diline, dinine, ırkına, fikrine, cinsiyetine göre değerlendiririz birbirimizi…

“Ulusal” menfaatler adı altında “uluslararası” düşmanlıkları sadece bizler oluştururuz…

Ve hiçbir köpeğin, aklı ermez insanoğlunun bu kibirine...

Yüreğinin, vicdanının ve çok övündüğü aklının bu kadar aciz, bu kadar “köşeli” olmasına...

Aklı ermez şu koca dünyaya bir türü sığışamayan, bir diğerini de sığdırmayan insanoğluna...

Çünkü Tanrı köpeklere siyah beyaz görmeyi bahşetmiştir, bize ise siyah beyaz düşünmeyi…

Ve boşuna dememiştir Einstein “insanlardaki önyargıyı kırmak atomu parçalamaktan daha zordur” diye…

Bütün televizyonlar taze Başkan’ın yemin törenini verdi. O kadar uzun haberler ve konuşmalar arasında benim aklımda ise tek bir cümle kaldı oğlum “Tanrım bana yardım et” diyordu.

O bunu söylerken Bush’un tuş ettiği dünyayı tekrar ayağa kaldırabilmek için güç diliyordu aslında biliyorum ama ben de tamamen başka düşüncelerle katılıyorum bu dileğe…

Tanrım, insanlığa yardım et…

Siyah beyaz dünyasında gökkuşağını görebilsin diye…

Annen
22 Ocak 2009




Sevgili oğlum,

Bu sabah babana her zamanki muhteşem esprilerimden birini yaptım ve her zamanki gibi “Allahım ne günah işledim de bu kadınla evlendim” tepkisini verdi bana.

Ah oğlum, annendeki ince zeka ve espri yeteneği hiç anlaşılamadı zaten. Bütün büyük sanatçılar gibi ölümümden sonra değer kazanırım diye umuyorum.

Neyse konuyu dağıtmayayım…

Sabah gazetesini okuyup, kahvesini yudumlayarak ayılmaya çalışan babana “Ya kocam, keşke bu çocuğun adını Zağı koysaydık” dedim.

“O niye ki?” diye cevap veren babana “baksana, bebeklere 70 lira, buzağılara 350 lira süt yardımı yapıyorlarmış. E biz oğlanın adını Zağı koysaydık, SSK’ya gidip biz BuZağı için süt yardımı istiyoruz der 350 lira alırdık. Nasıl fikir ama?”

Fikir güzeldi bence ama nedense baban hiç gülmedi.

Görüyor musun oğlum, gülüyorum ağlanacak halimize.

Ben bir çocuk dünyaya getirerek dünyanın en matah işini yapmış biri edasıyla gezinirken aslında 5 bebeğin 1 buzağıya denk olduğunu öğreniyor sukut-u hayale uğruyorum.

E bu durumda muhterem Başbakanımıza da boşuna kızmışız çünkü “en az üç çocuk doğurun” derken az bile söylemiş, zira bir buzağı bile etmiyor üç çocuk.

Bildiğin gibi değil evladım, yeni bir anne olarak bu duruma çok fena alındım.

Yardıma bahis buzağıların insan yavruları gibi ayrıca bez, önlük, emzik, mama, kıyafet; ileriki yaşlarda oyuncak, okul, elektronik aletler, harçlık ve benzeri ihtiyaçları olmamasına rağmen daha fazla devlet desteği görmesi “hepimiz ineğiz” deme hissiyatı uyandırdı bende.

Ayrıca şu anda evin ineği pozisyonundaki benim ve benim gibi pek çok kadının sütten kesilmesi ihtimali buzağı sahibi o ineklerden daha fazladır.

Zira hiçbir inek duymadım ki buzağısını emzirirken bir yandan da ütülenecek kıyafetleri ve akşam yemeğini düşünsün.

Ya da “neyse şimdi doğum iznindeyim ama yarın öbür gün tarlada işe başlayınca benim buzağıya kim bakacak, acaba Moldovalı bir inek mi getirsem?” diye kursun dursun kafasında…

İşe başlayıp da güvenilir bir bakıcı bulsa bile, iki saban arası ağıla koşturup da buzağı emzirsin, sonra yine tarlaya dönsün ve aynı verimlilikle çalışması beklensin.

Buzağı biraz daha büyüyüp de okula başlayınca yorgun argın tarladan gelip derslerine yardım etsin.

Ayrıca doğum ve emzirme döneminde aldığı kiloları vermek için spor salonuna yazılsın da hergün deli gibi spor yapsın. Tersine ne kadar besili ise o kadar makbul olacağı için gönül rahatlığı ile yer inek kısmısı.

Yani gördüğün üzere oğlum, bunca stres altında annenin sütten kesilmesi ihtimali, ineğin sütten kesilmesinden çok daha fazla.

Ama heyhat, ineğin ikramiyesi 350 ananın ise 70.

Gerçi niye şaşırıyorum ki?

Yerel seçimler için seçmen listelerinde tavuklarla horozların bile adı olduğuna ve birer oy hakkı bulunduğuna göre, bir buzağının da devlet nezdinde insan yavrusundan kıymetli olması doğal… O zağı, buzağı bir “sürü”yüz şu alemde...

Rahmetli Neyzen Teyfik’in bir sözü var bu duruma çok yakışan ama senin yaşın daha onu duymak için müsait değil oğlum, o yüzden ben de biraz değiştirerek söylemek istiyorum:
Türk milleti bir hoştur, her bir lafı kaldırmaz. Buzağı dersin öder de insan dersin aldırmaz…

Annen
20 Ocak 2009



Sevgili oğlum,

Henüz bilmiyorsun ama deden büyük bir hayranı olduğu için benim neredeyse bütün çocukluğum James Bond filmleriyle geçti.

Teknolojik silahlar, planlar, ajanlar, gizli ilişkiler, iyiler kötüler…

Ajanlık en sevdiğimiz oyunlardan biriydi, 007 ise kahramanımız.

Çok hoşumuza giderdi, “Bond, James Bond” repliği…

Her şeyden, herkesten şüphelenirdik…

Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını düşünürdük…

Ama sonuçta bütün gizli planları açığa çıkarır, dünyayı kurtarırdık...

Şimdi ise bakıyorum bakıyorum ama olan bitenden hiçbir şey anlayamıyorum oğlum.
2007’den beri planlar, kazılar, komplo teorileri, listeler uçuşuyor havada…

Nereye baksam Savcı “007, Öz Zekeriya Öz” ; elinde de name name 2.455 sayfalık iddianame.

Ve sonrasında boyumuzu aşan dalgalar…

Gece vakti, sabaha karşı kapılar çalınıp insanlar evlerinden apar topar alınıyor. Bu kadar açık kapı arasında hepimiz cereyanda kaldığımız için haliyle “serin devlet” olduk.

Sorular, sorgular, yorumlar, tartışmalar…

Kafam allak bullak oldu. Kim iyi kim kötü, kim vatanperver, kim vatan haini çözemiyorum.

Her haberde, her yorumda mevcut olan azıcık aklım biraz daha karışıyor.

Zaten muhterem baban hep derdi, “2 aykü ile yaşıyorsun, onun birini de oğlana verdin, kalanı ile nefes alıp verebiliyorsun en azından” diye.

İşte şimdi o kalan 1 aykü da karıştığı için ciddi nefes darlığı çekiyorum oğlum.
Kendimi Bangladeşli komşuları tarafından kaçırılıp da neredeyse iki yıl sonra geri getirildiği ülkesinde yabancılık çeken, şaşkın ve korkmuş gözlerle etrafı izleyen minik Tuğba’ya benzetiyorum.

Hani özünü, sözünü anlamadığı insanların arasında Bengali dili ile korkusunu anlatmaya çalışan o minik kıza…

Öyle boş, öyle şaşırmış bakıyorum olup bitene…

Tamam diyorum, bu sefer anladım galiba…

Dost sohbetlerinde “şimdi efendim işin aslı şudur!” diye bilgiçlik taslayabileceğim nihayet…

Derken yeni bir son dakika, yeni bir açıklama geliyor; ya da ne bileyim bir dostum “meraklısına Ergenekon” diye bir mail gönderiyor ve hooooop bendeki bütün bilgiler birbirine giriyor.

Ekrana, gazeteye ya da televizyona bakıp bakıp sonra da babana dönüp “dıgıl dıgıl dıgıl” diyorum Avanak Avni misali.

O kadar bilgi bombardımanından sonra aklıma gelen tek yorum o oluyor nedense.

Anlayacağın durumum çok vahim oğlum…

Kim, kiminle, nerede, ne yapıyor, kim görmüş, ne demiş çözemiyorum bir türlü…

Bendeki yılların ajan kültürü bunca karmaşık ilişki, bunca komplo teorisi karşısında komple çöktü…

Artık şöyle tanıtıyorum kendimi: Vatandaş, Şaşkın Vatandaş…

Bütün bu olup biten hakkında ne mi düşünüyorum: Dıgıl dıgıl dıgıl…

Annen
13 Ocak 2009




Sevgili Oğlum,

Ailemize katılalı sadece 3,5 ay olmasına rağmen sen de artık biliyorsun ki, biz ailecek “dalgayı” severiz…

Hem hayattaki hem de denizdeki dalgalar bize enerji verir, bizi kahkahalara boğar…
Ama bu günlerde “ben dalga severim” demeye korkuyorum oğlum.

Çünkü “ben dalga severim” desem, biliyorum ki “kaçıncı dalga?” diye soracaklar.

Gün geçmiyor ki “Şok dalga” diye bir manşet görüp de anlayalım GeneKonmuş dalga bir yerlere…

“Koş dalga!!!!” haberini duyar duymaz açıyoruz televizyonları ve karşımızda yine aynı haber: “şok dalga”…

Kimileri izlerken çenesini sıvazlayıp gülümsüyor, oradan biliyoruz onlar bunun “hoş dalga” olduğunu düşünüyorlar…

Kimisi de bağırıp çağırıyor “boş dalga bu” diye…

Eskiden “dalgalara kapıldı” haberini Karadeniz’de yüzmeye kalkan vatandaşlarımız için duyardık bu kadar sık, ama bugün en büyük dalgalar denizi olmayan Başkente vuruyor.

Ve bir sürü insan dalgaların arasında sürüklenip gidiyor…

Üstelik “söz”e dayanarak “göz”e” gelen yani gözaltına alınan kişiler dalgalara rahat batsın diye “kafasını da bastırıyorlar”

Kafasını bastırıp da arabaya sokarken “ya burası çok DarBe, nasıl sığacağım ben buraya” mı dedi, “işte biz söyledik darbeci bu diye” bir not daha düşüyorlar dosyalara…

Çamaşır çekmecelerini bile arıyorlar ki “bakın kirli çamaşırlarını bulduk” diyebilsinler…

Ki bu durumda girdikleri evlerin hanımları boynu bükük “ya bugün yıkayacaktım aslında, ama önce yemeği ocağa koyayım demiştim” diye savunabilirler kendilerini…

O anda ülkemiz dalga sahanlığının dışında olan varsa da oğlunu tutuveriyorlar “oğlun elimizde, bir dost” diye telefon açıp da getirtebilsinler diye…

Bakma sen benim böyle “dalgaya vurduğuma” oğlum…

Aslında endişeyle izliyorum olanları ve dalgalar bize, hepimize vuruyor…

Üstelik bu kez keyif de vermiyor o dalgalar…

Ve kafasına bastırılsa da metanetini bozmadan dimdik duran o insanları gördükçe aklıma hep bir hikaye geliyor:

Ünlü düşünür Socrates idama götürülürken karısı sürekli ağlıyormuş.
“Neden ağlıyorsun?” diye sormuş Socrates.
“Senin suçun yok ki, seni haksız yere idam ediyorlar” demiş.
Socrates dik duruşunu bozmamış ve “haklı yere idam etseler daha mı iyiydi?” demiş…

Annen
9 Ocak 2009


Not: “Bu yazı için ben de dalgaya kapılır mıyım?” diye babana sordum, o da sana “ben karışmam, ananı da al git” diye cevap verdi, bilgin olsun…



Sevgili oğlum,

Yepyeni bir yıl geldi ve ben sana güzel şeyler yazmak istiyorum.

Geleceğe dair hayaller, gülümseten anılar…

Ama ne yazık ki penceremizden dışarı bakınca gri bir gökyüzü görüyorum.

Aslında biz şanslıyız oğlum ve her gün, her dakika bunun için şükrediyorum.

Ancak ben şimdi sıcak evimizde sana bu satırları yazarken bir yerlerde insanlar ölüyor, çocuklar ağlıyor…

İnan haber izlemeye, gazete okumaya korkar oldum.

Nereye baksam karşımda savunmasız insanları karanlığı ile “is”e boğmuş bir İsrail…

Buna karşılık her zaman olduğu gibi dünyanın büyük şahları, vezirleri ölüm sessizliğinde imiş…

Hatta demokrasi ve insan hakları ABıDesi haklı görmüş İsrail’in savaşını, bir “Gazza’nız mübarek olsun kardeşim” demediği kalmış...

Onlar ki insanlığa “ırak” bir medeniyet, hiç yakın olabildiler mi sanki Irak’taki kara gözlülere de?

Demokrasi getirdikleri Irak’taki her 8 çocuktan 1’inin 5 yaşına bile gelmeden öldüğünü okuyup da onlardan insanlık beklemek saflık değil mi sahiden?

Ya muhterem ABilerimizin umurunda mı minicik çocuklar?

Vicdan “özür”lüler bir “özür” kampanyası da başlatırlar mı acaba Ortadoğu’nun ortada kalan minicik bedenleri için?

Sahi kim özür dileyecek en büyüğü beş yaşına bile gelmemiş üç çocuğunun ölüsü başında ağlayan baba için?

Ayağında giyecek bir çorabı bile olmayan, çıplak ayaklı o cansız çocuklar için de bir gün birileri ayakkabı fırlatır mı dersin?

Senin odanda dünya güzeli bir ahtapot resmi var oğlum…

Ama dünyanın bir yerlerinde “ahtapot” adını verdikleri bombalarla vuruyorlar henüz 5 yaşına bile gelmemiş çocukları…

Ve biliyor musun?

Ahtapotların ömrü de en fazla 5 yıl oğlum… Tıpkı ölüm olup da üzerine yağdıkları çocuklar gibi…

Dünyanın karanlığı, bir ışıklı bomba bir yangın olup da yağıyor çocukların üzerine…

İsrail haklıymış… Hamas teröristmiş…

Başbakanımız kınamış… ABD kınamamak için “ıkın”mış…

AB “no” demek için “noel tatilinin” bitmesini beklemiş…

Miş miş.. Mış mış…

Ah oğlum, ne diyeceğim ne anlatacağım ben sana ileride?

Orada bir ülke var“mış”, içinde kara gözlü çıplak ayaklı çocuklar yaşar“mış”

Bir gün insanlığın “Gazza”bı üzerlerine ahtapot olup yağ“mış”…

İşte o gün, denize uzak diyarların çocukları, belki de kısacık ömürlerinde ilk defa gördükleri ahtapotun kolları altında “ölüm” denen ateşten yorganı kuşan“mış”…

Dünya bak“mış” bak“mış”…

Sonra da gazetenin sayfasını çevir“miş”, televizyonun kanalını değiştir“miş”

Ve henüz masal dinleme yaşındaki çocuklar, kötü kalplilerin egemen olduğu masalların sayfalarında yitip git“miş”…

Annen
6 Ocak 2009




Sevgili oğlum,

Aslında bu vahim olayı seninle paylaşmayacaktım, çünkü son 3 gündür yaşadıklarım, hissettiklerim kelimelere dökemeyeceğim kadar korkunç…

Çünkü kapıyı kırdırıp da o yedi gencecik çocuğu ilk bulan senin Teylan.

Hani sen doğduğun zaman “e ben hem kocanın hem de senin kardeşinim, şimdi bu bana Teyze mi diyecek Hala mı?” dediğinde annenin de “amaaan dert ettiğin şeye bak, Teyla der” diye cevap verdiği can dostumuz.

Ben bu kadar hayat dolu, bu kadar çılgın bir insanın bir gecede böylesine çöktüğüne ilk defa tanık oldum oğlum.

Bütün çocukları tek tek öptüğünü, uyandırmaya çalıştığını, yeğeni Özgür’ün üzerine yatıp da ısınmasını umduğunu söylediler ağlayarak.

İçim çekildi sanki, edecek söz bulamadım…

Ve o çocukların başında 4 saat boyunca savcıyı bekleyenlerden birisi senin baban.

Bir kamu görevlisi lütfedip de gelemediği için tam 4 saat boyunca o çocukların cansız bedenleri karşısında durup da hiçbir şey yapamayanların yaşadıkları travmayı gördüm ben, gözlerindeki hüznü yaşadım.

Baban da ben de öyle sarsıldık ki. O yüzden susacaktım, bunu sana yazmayacaktım. Böylesi bir anı olmasın istedim günlüklerinde.

Ama gazetelerde, televizyonlardaki “insan” kılığındaki yaratıkları görünce, bunu bilmen gerektiğini düşündüm.

Dilerim ileride bu satırları okurken “sahiden böyle insanlar var mıydı anne?” dersin.

Gördün mü hala içimizdeki insanlığın hasta yatağından kalkacağına ilişkin safça bir inancım var oğlum.

Utanmadan dediler ki “yılbaşı kutladılar, içtiler, eğlendiler hem de kızlı erkekli. Zinhar günah. E sonunda olacağı budur…”

Şaşırmadım… Bunlar “7,4 yetmedi mi?” diyebilmişlerdi…

Beceriksizce cenazeleri karıştırdılar da ailelere “sizdekini getirin, buradakini alın” dediler. Sanki kazak değiştirir gibi, öylesine rahat, öylesine duyarsız…

El insaf’tan başka kelime çıkamadı ağzımdan…

“Şirketimizin değerini düşürüyorsunuz bu eleştirilerle” dediler. Sanki giden bir evladın değerini karşılayabilecek şirket varmış gibi…

İnsanlığı, vicdanı ucuzlatmış olanların şirketlerinin değerini arttırmaya çalışmaları; hele de bunu daha çocukların cenazeleri bile kalkmadan, acılar ateş olmuş yakarken söyleyebilmesi üşüttü tüm benliğimi…

Ve kalkıp dediler ki “çocuklar çıplaktı!!!”

Yuh olsun sana da, kalıbına da ve eğer baba isen babalığına da…

Hiç utanmıyor musun o çocukların analarından babalarından? Hiç mi yüzün kızarmıyor, vicdanın sızlamıyor?

Baban oradaydı oğlum ve giden o canlardan biri Teyla’nın oğlu, her şeyi, kıymetlisi, biriciği Özgür’dü. İşte bu nedenle ben biliyorum ki o çocukların hepsi giyinikti…

Ama diyelim ki kıyafetleri yoktu ve diyelim ki çocuklar sevişiyordu, sana ne? Günah mı işliyorlar?

Senin ruhun, yüreğin, aklın böylesine çıplakken o çocukların bedenleri çıplak olsa ne olmasa ne?

Koştura koştura gittiğin Cuma namazında kendilerini savunamayacak bu çocuklara attığın iftiranın günahını affettirebilecek misin be adam?

Ah oğlum, öylesine içim yanıyor ki…

Ve bir yüce gönüllüye, Mevlana’ya sığınıyorum gözlerimde yaşlarla:

“Ne insanlar gördüm üstlerinde elbise yoktu, ne elbiseler gördüm içlerinde insan yoktu…”

Annen
3 Ocak 2009




Sevgili oğlum,

Kendim oldum diye söylemiyorum ama şu dünyadaki en kutsal işlerden birisi annelik”tir.

Çünkü Tanrı dişiye bir can yaratma gücü vermiş.

Gerçi dürüst olmak gerekirse; sen de büyüdükçe anlayacaksın, kadın kısmı her işin en iyisini bildiğine katiyetle inanmıştır ve bu nedenle de sessiz kalması pek mümkün değildir.

Bu nedenle korkarım ki, Tanrı ilk insanı yarattığı zaman "kadın "ona da karışıp, "öyle mi yaratılır, bak şurası eksik, burası fazla" diye dır dır edip Tanrı'yı bile usandırmıştır da, Tanrı "çok biliyorsan kendin yap be kadın" demiştir.

Ve bu nedenle derler ki Tanrı dünyayı yaratmış ve dinlenmiş... Erkekleri yaratmış ve dinlenmiş... Sonra kadınları yaratmış ve o günden beri ne Tanrı, ne dünya ne de erkekler bir daha dinlenememiş…

Canım oğlum, sana kadınların zorluğunu, karmaşıklığını anlatan kaç mektup yazacağım kimbilir…

Ama eminim ki en sonunda tek anladığın, kadınları hiçbir zaman anlayamayacağın olacak.

Aslına bakarsan bu durum biraz daha karışık.

Neden dersen, anlasalar da anlamasalar da özellikle erkekler bazı şeylere vurgu yapmak, işin ehemmiyetini belirtmek istediklerinde hep kadına, en başta da anaya sığınır.

O yüzden içinde “ana” geçen sözlere hep dikkat et oğlum.

Örneğin yasaların tepesine bir “Ana”yasa koyarlar ama onun da başında bu işten anlamayan bir “baba” olunca işler karışır.

Pek muhterem büyüklerimiz meydanlarda konuşurken “ana”fikir neydi yahu deriz de sonunda neden hep bizim “anamız ağlar” şaşarız.

“Ana”nelerimizi bahane eder gencecik kızları, oğlanları gözümüzü kırpmadan öldürür yani namus diye sığınırız “kana”…

Gençlerimiz, çocuklarımız neredeyse sadece üç beş kelimeyle “ana”dilimizi konuşacak haldedir ama biz derin “ana”lizlerimiz sonucu en büyük derdimizin Kürtçe yayın olduğuna kanaat getirmişizdir…

Güzel yurdumuza “Ana”dolu dendiğinde daha sıcak gelir bize, buna karşılık para için çocuklarının boğazını kesen, bebeklerini bile erkeklere pazarlayan analarla dolu olduğunu duyar da insanlığımızı ararız “yana yana…”

Muhalefetin en büyüğü “ana”muhalefettir ama içindeki kadın sayısı ancak parmakla sayılacak kadardır.

“Ana”haberi açar ve gündemi genelde erkeklerden dinleriz…

Yavru vatanla bir türlü şöyle sımsıcak kucaklaşamaz “ana”vatanımız…

Kendi yarattığımız engeller yüzünden bir türlü ilerleyemez; bizi her geçen gün daha da geri götüren “ana”forlara teslim ederiz ruhumuzu, aklımızı, geleceğimizi…

En sonunda bütün işlerimiz sarpa sarıp “ana”yoldan uzaklaşınca da “yandım anam” diye söyleniriz…

Ne yaparsın oğlum, biz insanoğlu böyleyiz…

Yapar eder, sığınırız Yarad“ana”…

Annen
30 Aralık 2008
(eski yılın son mektubu)




Sevgili Oğlum,

Yılbaşı yaklaşıyor, tüm şehirler ışıl ışıl…

Tüm mağazalar dolu, herkes birbirine hediye alma peşinde…

Her yeni yılda olduğu gibi bu yıl da kıymetli büyüklerimiz en güzel dileklerini iletecekler bizlere, bir de güzellik yarışmalarında duyuyoruz “dünya için barış istiyorum” sözlerini bu kadar.

Her yılbaşında olduğu gibi bu sene de saat 12’de havai fişekler patlayacak, kadehler kalkacak, herkes birbirine sarılıp “yeni” bir yılın gelişini kutlayacak…

Ama aslında “yeni”lenen hiçbirşey olmadığını bilerek ve bunu kısa bir an ya da bir ömür boyunca yok sayarak…

Ve yok saydığımız her gün, yokluğa bir adım daha yaklaştığımızı unutarak…
Çünkü ne yazık ki her seferinde yenilenen, güçlenen insanoğlunun hırsı, nefreti oluyor oğlum.

Hiroşima’da, Irak’ta, Filistin’de, Güneydoğu’da… Dünyanın her köşesinde masumlar üzerinden yürütülüyor sözde mücadeleler…

Bizler havai fişekle mutlu olur gülümserken, bir yerlerde “ışıktan korkan” çocuklar yaratıyoruz.

Çünkü “ışık” ölüm demek, kurşun demek, bomba demek onlar için…

Ve ölüm, hayatın en yakın gerçekliği…

Hiç unutamadığım bir kare var… İsrailli çocuklar Filistin ve Lübnan’a atılacak bombaların üzerine “ölümünüze sevgilerle, ölüm bir anda gelecek” yazıyordu gülümseyerek…

Sanmıyorum ki ömrüm oldukça aklımdan çıkarabileyim bu görüntüyü…

Oyunu ölüm, ölümü oyun olan çocukları…

İnsanoğlu öylesine çok yarattı ki bu savaş çocuklarından, oğlum…

Hangi “yeni yılın” son yılları olacağını bilmeyen çocuklar…

Zamanları “an”dan ibaret olan, bir anda ölen, bir anda büyüyen çocuklar…

Koskoca bir dünyanın nefreti karşısında tek başına kalan, kimi zaman en güçlü silahı elindeki terliği olan çocuklar...

Yeni bir yılda da dünya bu savaş çocuklarıyla dolu olacak…

Her yeni günde, her yeni yılda daha çok beslenen nefret, acı ve intikamla yoğrulan savaş çocukları…

Ve her gün ölüm uykularına yatıp bombalara uyanırken bu çocuklar; yine evrende sessizlik ve hissizlik yankılanacak…

İnsanlığın vicdanıyla birlikte derin bir karanlık çökecek “can” kırıklarıyla dolu sokaklara; yürek hüzünleriyle kaplı geleceklere…

Oğlum, ne mutlu bize ki ben bunu yazarken sen sıcacık yatağında huzur içinde uyuyorsun…

Ama savaş çocukları belki de hiç uyanamayacakları uykulara yatıyorlar, suratları donuk, tebessümleri yarım…

Ve ben sana bakıp Tanrı’ya dua ediyorum, bari bu yeni yılda insanlığın da yüreğine biraz sıcaklık ve huzur vermesi için…

Ömrünün ilk yeni yılı kutlu olsun bebeğim…

Annen
28 Aralık 2008




Sevgili Oğlum,

Hayatın en büyük nimetlerinden birisi “basit” yaşayabilmektir…

Hani demiş ya Nazım,

Basit yaşayacaksın, basit.
Mesela susayınca su içecek kadar basit…
Sevince lafı dolandırmadan söylediğin “seni seviyorum” gibi.
Basit, sıcak bir öpücük yetecek sana…
Basit, sıcak bir öpücük; ve o öpücükle dolacak tüm günlerin, tüm düşlerin.
Basit yaşayacaksın, basit.
Sanki yaşamın bir gün sona erecekmiş gibi basit…
Çay, simit ve peynirle…


“Bu kadar mıymış? Ondan kolay ne var?” deme sakın…

Kıyafetlerinden arındığın kadar kolay değildir sana sunulan kimliklerden arınmak…

Ya olduğun gibi görünmek, ya da göründüğün gibi olmak…

Her sabah aynadaki aksine huzurla gülümsemek…

Sevdiğine sımsıkı sarılmak, sevmediğinin yanından rahatlıkla çekip gitmek…

Kahkahalarla gülmek hayata, en çok da kendine…

Güneş dolsun diye perdeleri açmak, pamuk gibi karların üstünde doyasıya koşmak…

Kolesterolü düşünmeden kuru fasulyeye ekmek banmak, en ciddi toplantının ortasında bir şiir karalayabilmek, bir şarkı mırıldanmak…

Bir köpeğin gözlerindeki sevgiyi görebilmek, bir çocuğun gülüşünü hiçbir şeye değişmemek…

“Sadece özledim, sesini duymak istedim” diye bir dostu arayabilmek…

Ailen, sevdiklerin yanındayken kıymetini bilmek…

Yeri gelince kızmak, yeri gelince özür dileyebilmek…

“Yapamıyorum” da diyebilmek, “ben yaptım oldu” da…

Bilmediğini kabul edebilmek, bildiğini de paylaşabilmek…

Ne diplomaların ne de paranın seni “adam” yapmaya yetmeyeceğini unutmamak…

Öylesine basit yaşamak ki şu kısacık ömrü, basitliğin sana sunduğu zenginlikte mutluluk bulmak…

Simit kadar basit bir şeyi bile simitçiden alırken haber olmamak…

Bunu günün sürprizi kabul edip gülümsemek, ardından “TC Başbakanı buradan simit aldı” yazısını camekanına asmadan durabilmek…

Ben palyaçoları neden sevmem biliyor musun oğlum? Çok korkarım çünkü…

Onca boyanın, o kadar güldürme çabasının ardına ne gizlendiğini bilemem…

Bir şey ne kadar alacalı bulacalıysa gerçeklikten o kadar uzaktır bana göre…

Maskesiz olsun isterim yüzler…

İster nefretle baksın isterse aşkla, ama yeter ki perdesiz olsun gözler…

Basit olsun insanlar, basit olsun mutluluklar, basit olsun hayat…

Ah oğlum, dünya denen şu koca sirkte öylesine zor ki basit olmak, basitliğinden gurur duymak…

Bilmem bunu en “basit” şekilde nasıl anlatacağım sana?

Annen
26 Aralık 2008




Sevgili Oğlum,

Bugün “kar”la tanıştın…

Gerçi sen her şeye olduğu gibi ona da “agu” diye sesleniyorsun ama ilk defa gördüğün ve heyecan duyduğun şeylere verdiğin tepki gibi gözlerini kocaman açıp ellerini uzattın kara.

Hiç merak etme, bu kış değil ama seneye sen, ben ve köpeğimiz yuvarlanacağız evimizin önündeki pamuk tarlasında…

Kuşlar için bahçemize ekmek ve su bırakacağız ki kar altında aç susuz kalmasınlar…

Sonra evimizde sıcacık saleplerimizi içerken kuşların mutlu mutlu karın doyuruşunu izleyeceğiz penceremizden…

Ve ben sana böylesine güzel bir beyazlığın bile insanların hayatlarını karartabileceğini anlatmaya çalışacağım dilim döndüğünce.

İşin başında “yetkinler” olmadığı için “etkin” kar yağışında kentlerimizin büyük köylere dönüştüğünü…

Herkesin bizim kadar hatta bahçemizdeki şu kuşlar kadar bile şanslı olmadığını, karda kışta ısınamadığını…

Biliyor musun oğlum, televizyonda koca koca adamlar, kadınlar birbirini rezil etmek için uğraşıyor.

Kim daha çok yolsuzluk yapmış, kimin kökeni neymiş onu tartışıyorlar.

O kadar sıkılıyorum ki, şu büfemizin üzerindeki oyuncak gibi olsa keşke dünya diyorum…

Hani ters çevirince karlar yağıyor ya şehrin, insanların üzerine…

İşte diyorum, bazen şu insanları da ters çevirsek, acaba gölgelerinden sıyrılıp beyaz beyaz yağarlar mı?

Usul usul yağan karı izliyorum pencereden…

Batman’ın “sorumlu” Belediye Başkanı “Batman” yani Örümcek Adam filmine dava açma peşindeyken Batman’ın yolsuz köylerinde karda mahsur kalan hastalar geliyor gözümün önüne…

Ya da “örümcek” bağlayan zihniyetlerin okula göndermediği kızlarımızın sönen hayallerini, gözyaşlarını temizler mi şu yağan kar onu düşünüyorum…

Kahpe tuzaklarıyla, beyaz güvercinlerimizin al kanlarını döken vicdansızların karanlıklarını da bir gün örter mi ki bu beyazlık diyorum kendi kendime…

Ön ödemeli doğalgaza para denkleştiremeyen, denkleştirse de gece vakti biten gazı dolduracak bir belediye görevlisi bulamayan yaşlılar, bebekler için de bir süper kahraman “GazMan” adıyla çıkar mı ortaya diye saçmalıyorum zihnimde…

Çalanı çırpanı koruyan, ortalığa salan SoySal devlet mi olacaktık, yoksa “sosyal” devlet mi onu hatırlamaya çalışıyorum…

Camın önüne düşen kar taneleri zihnime, yüreğime yağıyor oğlum…

Ve senin için, bizim için geleceğimiz için bir büyük ustanın dizeleriyle umutlanıyorum:

Beyaz, ipek gibi yağdı kar, acılarla dolu bu dünyaya;
İnsafsızlık, vahşet hala güçlü ve hala iktidarda…
Bir yandan sürüp gidiyor hayat;
Beyaz, ipek gibi yağdı kar…
Yağdı kirpiklerine bir kızın,
Yağdı mavi bir nehre
Saçlarıma yağdı, otobüslere, ağaçlara, evlere...
İçimden okşadım onu…
İstedim ki daha güzel olsun şu dünya…
İstedim ki beyaz ipek gibi yağan karın altında
Bitsin artık bu sürüp giden alçaklıklar.
Bir bebek ölüm tehdidi altında yaşamasın beşiğinde…
Ve paramparça olmasın sımsıcak, capcanlı, yaşayıp giderken insanlar…
Bırakın, beyaz, ipek gibi yağan karın altında hayallerimiz olsun…
Yaşayalım özgür, güzel, düşünceli…
Anlatalım düşündüklerimizi birbirimize…
Sevinç egemen olsun her yerde, insanca bir kaygı…
Beyaz, ipek gibi yağdı kar…
Yağsın…
Dünya daha güzel olacak,
İnanıyorum buna…
Bir insan kalbinin güzelliğine,
Çocukluğuna,
Sonsuz cesaretine, olanaklılığına
İnandığım kadar…


Annen
24 Aralık 2008




Sevgili Oğlum,

Biz konuşurken duymuşsundur, bugünlerde ülkemiz “aydınları” yeni bir kumpanyaya pardon kampanyaya imza attılar.

Votkalı nar sularını içerken aniden kulaklarına kar suyu kaçtığını tahmin ettiğim bir grup özde aydınımız sözde Ermeni soykırımını dile getirip “Yahu nasıl da unuttuk, hepimiz öz hakiki Ermeniyiz, durduk yerde ortamı germeliyiz” dediler.

Neyse bu konuda öylesine çok yazılıp çizildi ki ben de aynı şeyleri söyleyip de başını ağrıtmayacağım. Hem inanıyorum ki ileride yakın ve uzak tarihimizi “adam” gibi okuyup, doğru bir şekilde “aydın”lanırsın.

Seninle asıl paylaşmak istediğim konu işte bu “aydın” meselesi.

Her zaman söylüyorum ya sana oğlum, yoğurttaki kültür seviyesi benden fazla olduğu için hiçbir zaman kendimi “aydın” kategorisine koyamayacağım.

Bırak aydın olmayı, anacığın mevcut aydınlarımızı bile anlamaktan acizdir yavrum.

Örneğin Nobelli “sınır ötesi” aydınımızın muhtelif kitaplarını almıştır, lakin bugüne dek tek bir kitabını bile tamamlayamamış olmanın verdiği “sinir ötesi” buhran içerisinde kıvranmaktadır.

Ya da DünDar kitlelere hitap ederken BugünGeniş çaplı bir tartışmaya yol açan Bay Can’ın filminde tartışılacak ne olduğunu anlayamamanın ezikliği içerisindedir.

Zira bugüne dek izlediğim, okuduğum en sıkıcı ve vasat Atatürk belgeseli olduğunu düşünmekteyim ve yüzyılda bir gelen dahi lider hakkında nasıl da bu kadar “baydın” be aydın kardeşim demek istemekteyim.

Anlayacağın güzel oğlum, kendimi bugüne dek en yakın hissettiğim aydın 1992 yılında yolunu şaşırıp da ülkemize gelen beyaz bir balinaydı.

Kadere bak ki o da ismini balıkçı barınağının vazgeçilmez siması, zeka engelli şişman bir çocuk olan Aydın’dan almıştı.

Ama bu sevimli balina “Aydın” halkla öylesine güzel bir iletişim kurmuştu ki gerçekten görmeni isterdim.

Halka yakın ve halkın kendisini yakın hissettiği “Aydın”lık bembeyaz bir sevgi masalının kahramanı olmuştu.

Bence birgün ansızın ortadan yok olmasaydı ülkemiz aydınlarının ondan öğreneceği çok şey vardı.

Doğup büyüdüğü soğuk denizlerden kaçıp da geldiği sıcak sulardaki yaşama nasıl uyum sağladığını inceleselerdi belki biraz ders alırlardı.

Belki bu sayede doğup büyüdükleri toprakların gerçeklerine bu kadar uzak olmamayı öğrenirlerdi.

Pan keyklerini yiyip kapuçinolarını içerken tartıştıkları dünya meseleleri kadar bir kilo kömüre oy veren halklarını anlamaya çalışırlardı.

BiBiSi’de izledikleri tartışmalar kadar üçüncü sayfa haberlerimize de göz atarlardı.

Belki Güldünya’nın yalnızca bir albüm adı olmadığını bilir ve hergün göz göre göre işlenen töre cinayetleri için de bir kampanya başlatırlardı.

Belki çocuk istismarına gocuk indirimi, işsizliğe dişsizlik kadar önem verirlerdi.

Belki aydın olmanın içinde yaşadığı toplumun gündeminden, gerçeklerinden uzak kalmak demek olmadığını anlar sözde değil özde “aydın”lık tutarlardı karanlıklara.

Sevgili oğlum belki o zaman anlarlardı.

Bir kitap okumaya ayıracak vakit bulmakta zorlanan halkımızın her akşam bir kutu etrafında “büyük mü küçük mü” tartışması yaptığını ve işte bu nedenle mühim olanın aydının “işlevi” olduğunu…


Annen
21 Aralık 2008




Sevgili Oğlum,

Büyüdükçe kendin de öğreneceksin zaten, ama şimdiden söyleyeyim, insanoğlu tuhaf bir yaratıktır.

Hele de bizim Türkler fazlasıyla nev-i şahsına münhasır bir millettir.

Hani annenle babanın hergün okuduğu ve gazete denilen kocaman kocaman kağıtlar var ya; göreceksin işte onlar biz insanoğlunun maceralarıyla dolu.

Bak mesela bugün ne diyordu?

Bedava dağıtılan kömürler öylesine kalitesizmiş ki çıkardığı siyah dumanın yol açtığı hava kirliliği yüzünden bazı kentlerde sokağa çıkılamıyor, pencereler açılamıyormuş.
Haberin hemen altında da Başbakanımızın orman yangınlarıyla ilgili bir açıklaması var, “çevrecilik bizim işimiz” diyor gülümseyerek.

Eminim sen de “agu” dışında konuşabiliyor olsan haberi sana okuduğumda şu dümdüz bebek mantığınla derdin: “ya anne bizim Başbakan pek ömür, görmez mi ki is içinde bıraktı bizi bu kömür…”

İşte böyle bebeğim…

Bilmezsin sen, müthişiz biz.

Önce sigarayı yasaklarız, milyon dolarlık kampanyalar yapıp ünlüleri ekrana çıkarır “dumansız hava sahası” reklamları yaptırırız.

Sonra doğalgazı doğal olmayan rakamlara ulaştırdığımız için bedava kömür dağıtırız.

Tamamen tesadüf eseri olarak bu dağıtım tam da seçim döneminde olur.

Anlayacağın kendi isimizde, pisimizde boğulur; bir türlü “dümensiz hava sahası” yaratamayız.

Yaratılanı Yaratandan ötürü seven yüce gönüllü din bilginlerine, vicdan sahibi olmanın erdemlerini öğreten bir dine sahibiz ama keseceğimiz kurbanı motosiklete yatırır, başı ve ayaklarını sarkıtıp acı çektire çektire kesmeye götürürüz.

Üstüne bir de kurban niyetine kendi elimizi, kulağımızı keser hastaneye koşarız.

Gösterişten uzak olmanın, mütevazi olmanın, hoşgörülü olmanın erdemlerini anlamamız için farz edilen ibadetlerimizi yerine getirir ama beş yıldızlı otellerde iftarlara katılır, Hacca gittiğimizde Kabe manzaralı oda isteriz.

Valla oğlum, ne yalan söyleyeyim son zamanlarda en çok güldüğüm haberlerden biri oldu bu Kabe manzaralı oda.

Gerçekten o insanların psikolojisini merak ediyorum.

Acaba yola çıkmadan nasıl bir konuşma geçmiştir seyahat şirketiyle aralarında?

Müşteri: Otel nasıl?
Acenta Sahibi: Efendim her şey dahil. Otelimizde 24 saat limitsiz hurma ve şerbet var. Şu pahalı odalar da Kabe manzaralı. Zira onlar Cennet garantili, yoksa parayı iade edebilirsiniz. Sırat Köprüsünden de limuzinle geçiriyoruz sizi.

Gülüyorum gülmesine ama Hey Allahım diyorum bazen oğlum, şu kullarını yaratırken akıl koydun da nasıl kullanacaklarını niye öğretmedin acaba.

Ya işte böyle oğlum, gördüğün üzere hiç boşuna heveslenme, insanlara dair bir sürü şeyi sana öğretemeyeceğim çünkü ben de henüz anlamadım.

Ama tek bir şeyi bile anlatabilsem yeter: “eğer gönlündeki, zihnindeki perdeler kapalıysa, ister Kabe manzarasında ol istersen deniz, karanlıkta kalmaya mahkumsun…”
Şimdilik hoşçakal…

Annen
13 Aralık 2008




Sevgili Oğlum,

Çok değil, henüz iki aydır bizimle birliktesin…

Ama bu kadar kısa süre içerisinde bile öyle çok şey oldu ki, hangi birini seninle paylaşsam bilemedim…

Aktütün’e gizlenmiş kara vicdanlıların, anaların sevdalıların çocukların yüreklerini nasıl yasla tüttürdüğünü mü anlatsam?

Bu soğuk kış günlerinde, yasla tüten o bacaların her geçen gün arttığını, minicik evlerden kocaman ağıtlar yükseldiğini mi? Yoksa hiçbirinin kanının yerde kalmadığını, yağan karlar ve yağmurlarla her mevsim yeniden temizlendiğini mi söylesem?

Asırlardır ırkların, dinlerin, dillerin gökkuşağı oluşturduğu bu topraklarda artık sadece siyah beyazın saltanat sürdüğünü; her şeyin herkesin keskin çizgilerle birbirinden ayrıldığını; kardeşin yabancıya, komşunun haine, dostun düşmana dönüştüğünü nasıl açıklasam sana?

Deniz güzelliktir, berekettir, huzurdur… Fener ışıktır, aydınlıktır oğlum derken sana bu iki kelime yan yana gelince yokluk, karanlık, vicdansızlık, mutsuzluk getirmiş demeye dilim varır mı?

Ya küçücük kızların ruhlarını görmekten aciz vahşileri korur, onları hiç “üzmez” adaletimizin kemik saydığını? Kemik yaşı büyük olursa gözyaşları görünmez oğlum, o zaman taciz de tecavüz de mümkündür mü desem sana?

Refah içinde yaşıyoruz bebeğim, yüreğin ne keder ne de gam dolsun, kriz bize uğramadı hamdolsun… Kriz yüzünden değil, beceriksiz birer keriz olduğumuzdan işimizden gücümüzden oluyoruz…

Ayakları sakat sokak köpeklerini, yürekleri sakat insanların sürükleyerek çöp kamyonuna attıklarını duysan sen de bizim gibi hüzünlü gözlerle, insanlığından utanarak mı bakarsın evdeki köpeğimize?

Atamızın devrimleri birbir yok edilirken, onun bize gösterdiği aydınlık yolu kara bulutlar kaplamışken “Atam izindeyiz, izin bitsin çalışacağız” diyen bizlerin bir filmle ayaklanmamıza, enginlere sığmaz taşar oluşumuza şaşmaz mısın? Çocuklarımıza ne onu, ne de yaptıklarını anlatamadığımız için bir paket mısır patlağı süresi içinde kafalarının bulanmasına, “onunla ilgili bildiğim tek şey içkici olması” demesine yanmaz mısın?

Ah bebeğim…

Neyi nasıl anlatacağım sana?

Ve daha da önemli bütün bunların içinde doğru ve dürüst olmayı, vicdan sahibi ve cesur olmayı, hak yememeyi ama hakkını da yedirmemeyi nasıl öğreteceğim?..

İnsanların iyi olduğunu ama aynı zamanda çok da kötü olabileceğini; onlara güvenmeyi ama aynı zamandan temkinli olmayı nasıl anlatacağım kafan karışmadan?..

Kör kuyulara düşsen bile aydınlığa çıkaracak merdiveni aramaktan vazgeçmemeyi nasıl aşılayacağım sana?..

Şu masumluğunu, güzelliğini korumanı nasıl sağlayacağım?..

Yetişkin bir erkek ya da kadın olmanın yetmediğini, boyun ve yaşınla birlikte aklını ve yüreğini de geliştirmen gerektiğini anlatabilecek miyim doğru dürüst?

Neyi nasıl anlatacağım sana bebeğim? Neyi nasıl?..

Annen
18 Kasım 2008




Sevgili Oğlum,


Çok değil, henüz iki aydır bizimle birliktesin…

Ama bu kadar kısa süre içerisinde bile babanla benim sahip olduğumuzu sandığımız “sözde otorite ve karizmanın” senin gibi 55 santimlik bir cüceyle boy ölçüşemeyeceğini ve kolaylıkla sarsılabileceğini göstermiş bulunuyorsun.

Örneğin anne ve baban eskiden anneannenin Antalya’daki, babaannenin Denizli’deki evlerine gidince büyük sevgi gösterileri ile karşılanırdı.

Lakin geçtiğimiz günlerde yaptığımız son iki seyahatte kapıyı açan muhterem validelerimiz kucağımızdan seni almak ve bizi elimizde valizlerle kapıda boynu bükük bırakmak suretiyle yaklaşan günlerin bugünlerimizi mumla aratacağını açıkça belli ettiler.

Aynı anneanne ve babaannen telefonla konuştukları yakınlarına da “torunum geldi” diyerek ve sanki sen tek başına otobüse binip gelmişsin gibi bizi hiç mevzu bahis dahi etmeyerek; “ne evlatlar gördüm aslında yoktular” psikolojisi içerisine düşmemize neden oldular.

Üstelik eş dost akraba tarafından gösterilen bu yoğun ilgi seni asla ve asla kesmemektedir küçük cücem.

Nitekim anne ve babanı 7 gün 24 saat çalışan benzin istasyonları gibi aralıksız bir mesai ile çevrende döndürebilme becerisini de o minik bedeninde itinayla barındırmaktasın.

Yer ve zaman gözetmeksizin, misafire yolculuğa ya da dışarıda olmaya aldırmaksızın annenin her iki memesinin de emrine amade olduğuna ve talep ettiğin anda açılması gerektiğine inanmaktasın.

Bu nedenle tüm sosyal ve kamusal alanlar senin için “memesel” alana dönmüş olup, sayende annenin memeleri de muhtelif kereler kamuoyunun dikkatine arz edilmiştir. Ve ben artık ailemizi “baba, oğul ve kutsal inek” olarak tanıtıyorum.

Ayrıca baban seni uyutmak için bestesi ve güftesi kendine ait olan ninniler vasıtasıyla “anan da bilsen nicedir, sakardır patavatsızdır ama ruhu incedir…” gibi sosyal içerikli mesajları annene ve ilgili tüm şahıslara iletiyor. Bizler söz konusu “sevecen” mesajlara zaman zaman gülmekte zaman zaman kızmakta iken, sen uyumamakta muntazaman direnmektesin.

Çeyiz niyetine alınmış ipek ve saten yatak takımlarımıza, yeni koltuklarımıza işediğini; hemen hemen bütün kıyafetlerimize kustuğunu söylememe gerek bile yok zaten. Çünkü onlar artık sıradan vaka olarak kabul ediliyor bizde.

Sayende her gecemiz de sesli ve kokulu geçiyor bebeğim. Zira sol tarafımızdaki yatağından yükselen sesler ve ardından odamıza yayılan koku; gök(t)gürültülü sağanak yağışlı romantik geceler yaşatıyor bize.

Hele biricik köpeğimiz, kara kızımız da yatağımızın sağ tarafındaki minderinden sana eşlik edince, “sağa döndüm kızımda gaz, sola döndüm oğlumda gaz, ortada kaldık az biraz” diyerek yorganın altında nefes almaya çalışıyoruz babanla.

Ama inan sana hiç kızmıyorum çünkü bu kadar kısa süre içerisinde anladım ki bu gaz hadisesi pek mühim bir konu ve uzmanı da çok fazla.

Senin en ufak mızıldanmanda çevremizdeki tüm ilgili ve bilgili muhteremler kaşlarını kaldırıp “hımmm gazı var sanırım” diye beyanatta bulunuyor. Ve ben de annen olarak sendeki zamlı, gamlı ve de bile namlı o doğalgazı çıkaramadığım için küçümseyen bakışlara maruz kalan beceriksiz bir kaz oluyorum. Bitirdiğim okullar ve aldığım diplomalar bile beni bu kazlık durumundan kurtarmak için az kalıyor.

Üstelik senin bez parana yetişemeyeceğime de kanaat getirmiş bulunuyorum. Ne zaman seni yıkayıp giydirsem, ya da bezini değiştirsem hemen akabinde altını kirletmeyi başarıyorsun ve ben bu sıralamayı bir türlü tersine çeviremiyorum.

Bu kadar laf kalabalığından sonra iki ayın özeti ne mi dersin oğlum?

Ben bu yazıyı yazarken sen yanımda yatıyorsun ve tam da şu anda bana gülümsüyorsun…

Hepsi laf-ı güzaf… Ömrüm feda varlığına da gülüşüne de…

Anne Kaz…
18 Kasım 2008




(Oğlum'dan Babasına)

Sevgili Babacığım,


Sen bu satırları okurken ben hala annemin karnında olacağım. Yani seninle henüz resmen tanışmadık…

Ama annemin karnının üzerine koyduğun sıcacık ellerini hissedebiliyorum artık. Sana mutlulukla cevap verdiğimi tekmelerimden anlıyor, gülüyorsun… Baksana, şimdiden birlikte gülmeye başladık bile…

Annem sürekli seni bana anlatsa da benim sana ilişkin merakım ve heyecanım her geçen gün daha fazla artıyor…

Bir an önce seninle tanışmak istiyorum artık…

Babacığım, sana yazdığım ilk mektup bu… Çünkü seninle ilk Babalar Günüm…

Ve ben ne yazık ki sana istediğim gibi bir hediye bulamadım…

Oysa sana teşekkür etmeyi ne çok istiyordum…

Bana bir “can” verdiğin için…

Beni böylesine mutlulukla, sabırsızlıkla beklediğin için…

Kimi zaman çok ama çok korksan, geleceğimizle ilgili endişeler duysan da bunu ne bana ne de anneme yansıtmadığın için…

Her gün “oğlum nasılsın?” diyerek annemin karnını okşadığın, beni öptüğün için…

Daha doğmadan kendimi özel hissettirdiğin, benden bahsederken “benim oğlum başka” diye gururlandığın için…

Benimle ilgili hayaller kurduğun ve bunları büyük bir heyecanla anneme anlatırken onu da kocaman gülümsettiğin için…

Biliyorum bu hayallerini her zaman gerçekleştiremeyecek, hatta bazen seni hayal kırıklığına uğratacağım…

Belki düşündüğünden geç yürüyecek ya da konuşacağım; belki çok başarılı bir öğrenci olamayacağım…

Hayata dair öğütlerini ve deneyimlerini benimle paylaşırken seni sabırsızlık ve bezginlikle dinleyeceğim belki…

Seni anlamadığımdan yakınırken, cevap olarak “zaman değişti, ama sen eski kafalı kalmaya devam ediyorsun” diyeceğim belki sana…

İşlerimin yoğunluğundan sana yeteri kadar vakit ayıramayacak, tatilleri bayramları arkadaşlarımla geçirmeyi tercih edeceğim… Böyle anlarda bir telefonun yeterli olacağını düşüneceğim…

Annem ilgisizliğime söylenirken bile, sen ağzını açıp tek kızgın sözcük etmeyeceksin…

Çünkü hep söylediğin gibi “Üstüne varma, o sadece bizim çocuğumuz değil, bir birey. Kendi doğruları var” diyeceksin…

Ve ben hayatta hep tek başına, dimdik ayakta durmuş; yalnızlığı ile zenginleşmiş babamın bana sunduğu “yalnızlık” fırsatının aslında “kendim olma adımları” olduğunu hiç anlayamayacağım belki…

Belki zamanından çok geç fark edeceğim hayatla birlikte ellerime, kişiliğime sinen “babam” kokusunu…

Belki hayattaki en yakın arkadaşım; belki de değerini ancak yitirdikten sonra anlayacağım hazinem olacaksın…

Ama “babam olmanın” ne büyük bir şans olduğunu sana hiçbir zaman yeterince anlatamayacağım…

Yine de sen en sessiz teşekkürlerimi bile hep duyacak, hep bileceksin…

Çünkü sen benim babamsın, bana can verensin…

Anlayamayacak, göremeyecek kadar kör olduğum anlarda bile yüreğime, ruhuma, bana en yakın olansın…

Kendimi her yalnız hissettiğimde elimi uzatacağım koca yürekli adamsın…

Babalar Günün kutlu olsun babacığım…

Bil ki minicik atan kalbim şimdiden seni çok seviyor…

Oğlun Yiğit Fuat Avcı
11 Haziran 2008




(Oğluma İlk Mektup)

Küçük Matruşkam


Ben bir Matruşkayım…

Bedenimi tam ortadan ikiye ayırsam göreceğim ki orada başka bir “can” var…

Benim yediğimi yiyor, içtiğimi içiyor, hatta hissettiğimi hissediyor…

Yani her hareketim şimdiden onun idaresi altında…

Ah benim küçük Matruşkam…

“Seni” minicik bir ekranda şekilsiz bir karaltı olarak gördüğüm gün, 31 yıllık mütevazi hayatımın en korunmasız aşkına tutuldum…

Bizim kızlarla sık sık mütalaa ettiğimiz “aşk oyunu ve kuralları” tümüyle tarih oldu…

Hayatımın bütün kontrolünü ele geçireceğini ve canıma okuyacağını bildiğim halde kendimi sana ve aşkına teslim ettim…

Sana öyle çok şey anlatmak istiyorum ki; biliyorum, ya benim ömrüm yetmez ya da senin sabrın…

Ama hiç boşuna heveslenme… Sana hayatın “mühim” sırlarını sunamam…

Örneğin bir çocuğun kağıttan ya da oyuncak gemi dışında nasıl gemi sahibi olacağını bilemem… Yani diyeceğim o ki, anana güvenip de armatör olmaya kalkma, komik duruma düşer ve belki komikliğin sayesinde bir tatil köyünde animatör olursun…

Ya da seni televizyon kanalı sahibi yapamam… Babandan uzaktan kumandayı kaçırıp istediğin kanalı açabilirsen kendini yeterince şanslı say…

Babanın söylediğine göre din hususunda yoğurtta bile benden fazla kültür olduğundan sana “dini” kullanarak nasıl “büyük adam” olabileceğini de öğretemem.

Ama namusun bir bez parçasında olmadığını; karısının saçının telini göstermemeyi namus belleyen adamların, küçücük kız çocuklarının namusuna nasıl ahlaksızca, vicdansızca göz koyabildiğini anlatabilirim.

Sana milyarlık oyuncaklar alamam…

Ama bir köpeğin başını okşadığında gözlerinin nasıl sevgiyle parladığını, baharı karşılamayı, karda yuvarlanmayı, bir çiçeği koklamayı, kuşlar için pencereye ekmek kırıntısı bırakmayı, simit-peynir ve çayın insanın içini ısıtan lezzetini öğretebilirim…

Hayatın kendisinin bir hazine olduğunu, her yeni doğan günde seninle birlikte yeniden keşfedebilirim…

İyi bir eğitim alman için elimizdeki bütün imkanları seferber ederiz elbette. Ama duvarda asılı diplomaların seni “adam” yapmaya yetmeyeceğini bilir, sana da anlatmaya çalışırız dilimiz döndüğünce…

Sana nasıl zengin olunacağını, harcayabileceğinden çok parayı nasıl kazanacağını öğretemem; çünkü ne baban ne de ben hiç beceremedik…

Ama birbirimize kattıklarımızla, sevgimizle, ailelerimizle, dostlarımızla, evden yükselen kahkahalarımızla, saman alevi kavgalarımız ve öfkelerimizle, sürprizlerimizle, şaşkınlıklarımızla, saflıklarımızla aslında bir sürü insandan çok daha zengin olduğumuzu gösterebiliriz…

Küçük Matruşkam,

Sen daha bilmiyorsun, bu Pazar anneler günü… Televizyonlar ve gazeteler hediye reklamlarıyla dolu…

Anneler gününde, babalar gününde çarşaf çarşaf ilanlara kanıp da cep harçlığını pahalı hediyelere yatırırsan sevinmez, aksine kızarım…

Ama dünyadaki anasız babasız çocukları, evlat acısı çeken anaları düşünür de ne kadar şanslı olduğunu hiç unutmaz ve bir öpücük kondurursan yanağımıza bir “insan” yetiştirdiğimizi düşünür, mutlu olurum…

Sana nasıl kız tavlayacağını da öğretemem. (Hem bu konuda baban ciltler dolusu bir ansiklopedi gibidir, emin ol daha iyi öğretmen bulamazsın)

Ama sana mert bir delikanlı olman; şartlar ne olursa olsun, bir kadının yanında ya da karşısında her zaman yürekli bir adam gibi durman gerektiğini anlatabilirim…

Yaşama dair sana hiçbir garanti veremem oğlum.

Ama bir aşk çocuğu olduğundan, benim seninle şimdiden gurur duyduğum gibi bir ömür boyunca düştüğünde ve kalktığında yanıbaşında olacağımdan emin ol…

Çünkü biz seni değil, sen bizi seçtin oğlum.

Ve bize böylesine güvenip de hayatını sunmaya ve hayatımızı ele geçirmeye karar verdiğin an, yüreğimizi minicik ellerinle tuttun…

Şimdi yüreklerimiz avuçlarında, özlemle seni ve bu heyecan verici macerayı bekliyoruz küçük Matruşkam…

Hadi gel artık…

Annen
9 Mayıs 2008

Hiç yorum yok: